Cilt 9
SEVGİLİ
PEYGAMBERİM
CİLT 9
İşte bütün zamanların en büyük ve en mânâlı
savaşı...küfür ve iman orduları, sür'atle birbirinin üstüne yürüyorlar. İman
ordusu, üçyüzbeş kişi iken küfür ordusu, bunun üç katından fazla; dokuzyüzelli
kişi... küfür ordusu, müslümanların sayı azlığına aldanıyor ve bu aldanışın
verdiği emniyetle doludizgin gelmekte...iman ordusu ise yüce Allah'ın kalblerine
ilham ettiği muazzam cesaret hissi ile müşrikleri az gördüklerinden onlar da
düşmanın üstüne aynı sür'atle yürümekte...sanki iki dağ, yerlerinden kopmuş
heybetle yekdiğerinin üstüne yürüyor.
...ama; islâm düşmanları, daha harbin başında
zafer sarhoşluğu ve büyük bir dağdağa ile koşarken ilk darbeyi bir mucize ile
yediler...onlar, dört koldan oklar atarak islam ordusuna doğru gelirken; bir
ânda ortaya çıkan beklenmedik bir kum fırtınası, müşriklerle at ve develerinin
ağız, burun ve gözlerine doldu...kum, bakır bir leğene çakıl taşı düşüyormuş
gibi ses çıkarıyordu. Küfür cephesi, dehşetli kum fırtınası ile şiddetle
sarsıldı. Ne olduğunu; neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek islam ordusuna hücum emrini verirken
düşmana yerden aldıkları bir avuç kumu savurmuş ve dua etmişlerdi: "Yüzleri kara
olsun! Allahım, kâfirlerin kalplerine korku; dizlerine titreme
ver..."
...hepsi hepsi bir avuç bir şeyken şiddetli
bir kum dalgası gibi düşmanı sarsan kumlar; daha doğrusu ahir zaman Resulünün
mucizesi, düşmanı ta iliklerine kadar ürpertti. Kalplerini ilk "acaba" ve ilk
korku hisleri yokladı...dizlerinde bir titreme duydular.
......
...dua desteği ile düşmana fırlatılan bir avuç
kumla, umulan bütün fayda elde edilmişti...yalnız o bir avuç kumu çöl
fırtınalarına çeviren; bir atan ve attıran vardı... Peygamberimiz, atmış; Allahü
teâlâ ise attırmıştı; azı çok yapan; azıcık kumu koca bir ordu ile bineklerinin
ağzına burnuna dolduran elbette Allahımızdı. Kur'an-ı Kerim bunu haber veriyor;
işte: Sen atmadın; fakat Allah attı.
Mücahidler, düşmana önce ok attılar; sonra taş
yağmuruna tuttular...kum fırtınası şaşkınlığını henüz atlatan islâm düşmanları,
hemen ardından yeni bir şaşkınlığı yaşadılar; Müslümanlar, onları ta uzaktan
taşlarla dövüyorlardı...taşlar, düşman askerleri ile at ve develerinin başına
gülle gibi inmekteydi...
...kalkanları ile zor-güç korunarak üzerlerine
gelmekte olan peygamber ordusuna mızraklarla hücuma geçtiler. Onların
mızraklarla saldırmaları üzerine müminler de mızraklarla savaşa başladı ve bunu
amansızca inip kalkan, kılıçlar takip etti... şimdi ok, kılıç, mızrak sesleri
birbirine karışıyordu...ama, müslümanlar, sadece sayıda değil binek, ok, mızrak,
kılıç ve kalkanda da Mekke ordusundan zayıflar. Hatta zayıf da değil; arada
mukayese edilmeyecek kadar fark var...düşman, sayı ve silah üstünlüğüne
sahip...mücahidler, bunlarda gayet zayıflar fakat bir şeyde emsalsiz; benzersiz
üstünlüğe malikler. Onlar, imanın en yüksek noktasındalar...bir tarafta
müslümanlığı daha doğduğu ân boğup yok etmek isteyen bir ordu; bir tarafta Allah
askerleri; kahraman mücahidler.
Efendimiz, merkeze ve bütün orduya kumanda
ediyorlar...üzerlerindeki zırhla bellerindeki kılıç, Sa'd bin Ubade radıyallahu
anh'ın hediyesi. Sağ cenahın/tarafın kumandası Zübeyr bin Avvam, sol
cenabın/tarafın kumandası Mikdat bin Esved hazretlerinde... İslâm ordusu, düşman
karşısında mübarek bir hilâl güzelliği ile mevzilenmiş... Çarpışma olanca
hızıyla devam ediyor... İslâm sancaktarı Mus'ab ibni Umeyr...düşman
sancaktarları ise Mus'ab radıyallahü anh'ın kardeşi Zürare ibni Umeyr ile Nadr
ibni Haris; Talha ibni Talha...
...iki ordu birbirine girip oklar havada
vınlarken ibretli bir şey oldu; Hibbân bin Arika'nın fırlattığı ok, islâm
saflarının ta arka taraflarında bulunan; hatta bu esnada su içmekte olan Harise
bin Süraka'yı buldu...genç sahabi, düşmanla sıcak temasın ilk şehidi
oldu...ancak garip olan, düşman okunun, ön saflardaki sahabileri aşarak Harise
radıyallahü anh'ı vurması... demekki ecel gelince insanın safın önünde veya
arkasında olması farketmiyordu... gerek bir arkadaşlarını şehid vermeleri ve
gerekse şehidin ibretli ölüm şekli mücahidleri, daha da gayrete getirdi...
"Allah", "Allah" haykırışları göklere yükseliyor..
Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve
sellem, tesirli bir konuşma ile islâm askerini coşturuyorlar:
- Ey eshabım! Sonsuz kuvvet ve kudret sahibi
Allah'a yemin ederim ki her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip sebat eder ve
çarpışa çarpışa şehid olursa; Cenab-ı Hak, onu mükâfaat olarak elbette cennetine
koyacaktır. Bugün şehid olacakları en yüksek cennet; Cennetül Firdevs, hazır
olarak beklemektedir.
Efendimizin bu müjdesini işiten Umeyr bin
Humam radıyallahü anh, daha bir aşka geldi:
- Ah ne kadar güzel! Cennetle aramızda bir
nefeslik mesafe kalmış...demekki cennete gitmek için bir düşman kılıcı
kâfi...
Umeyr, bunları der demez, düşman saflarını
yara yara ilerlemeye başladı. Bir taraftan kılıç sallıyor bir taraftan da veciz
sözler söylüyordu:
- Allah'a maddi azıklarla değil; ancak razı
olacağı işler ve O'nun için cihad ederek gidilir. Allah korkusu, doğruluk ve
iyilikten başka her şey tükenmeye mahkumdur.
Mübarek, sanki kanı ve kılıcıyla vasiyetini
yazıyordu.
......
Ensar'dan Avf bin Haris radıyallahü anh,
Sevgili Peygamberimiz'e koştu:
- Ey Allahın Resulü! Kulun Rabbini hoşnud eden
işi nedir?
Efendimiz:
- Bilekleri yoruluncaya kadar kılıç
sallamak!
Buyurdular. Bunun üzerine Avf bin Haris, daha
çevik hareket edebilmek için zırhını da çıkartarak yalın kılıç düşmanın arasına
daldı.
......
......
...diğer tarafta şehidlik özlemi ile kavrulan
Umeyr hazretleri, sürekli kılıç darbesi yiyordu...ama kahraman sahabi, aldığı
öldürücü yaralara rağmen çarpışıyordu; ve nihayet aldığı son darbe ile çok
özlediği şehidliğe kavuştu ve ruhu cennete kanat çırptı...kılıçla şehid olan ilk
mücahid Umeyr bin Humam radıyallahü anh'dır.
......
Bütün islâm askeri, bu harbin ne demek
olduğunu; ne mânâya geldiğini çok iyi biliyorlardı... Bu sebeple mutlaka
kazanmak azmiyle çarpışıyorlardı..ama ne çarpışma; kendinden geçerek; canını
hiçe sayarak yapılan bir cihad..
......
......
Ebu Cehil Amr bin Hişam ise hem savaşıyor; hem
de kibirlene kibirlene fazlalığı ile övünüyordu:
- Ey müslümanlar! Harplerin bu en dehşetli
gününde en yaman develer, en seçme atlar; en keskin kılıçlarla bile benimle
başedemezsiniz. İyi bilin ki anam beni bugün için doğurmuş... Bir büyük yangını
bugün söndürecek; inanç ve adetlerimize isyan edenleri, bugün feci cezalara
çarptıracağım!!!
Zaferin Mekke ordusunda olacağına öyle
inanmıştı ki...şimdiden onun hayal ve sarhoşluğu içindeydi. Bu sebeple "anam
beni bugün için doğurmuş" diye şiirler söylerken zaten canavarlar gibi saldıran
kâfirleri daha da azdırarak müslümanları bir an evvel imha etmek ve çabucak
sonuca gitmek istiyordu.
Azgın kâfirlerden Âsım bin Ebi Avf da yırtıcı
bir hayvan gibi saldırıyor ve bir taraftan da küffarı teşvik
ediyordu:
-Ey Kureyş! Duracak zaman değil! İşte gün
bugün! Fırsat bu fırsat! Akrabalık haklarını hiçe sayan ve milletini böleni
affetmeyin. O'na bu harpten sağ kurtulmak nasib olursa bana ölüm nasip
olsun!.
Bu büyük lafı ederken Ebu Dücane hazretleri
ile karşılaştılar. Kılıçlar havada bir iki kere ağız ağıza geldikten sonra
mübarek sahabi, ani ve seri bir hamle ile Âsım kâfirini katletti... Zırhını
almaya çalışırken Hazreti Ömer, uzaktan seslendi:
- Ya Eba Dücane şimdi sırası mı? Zırhla değil
düşmanla uğraşacak zaman. Bırak onu!
Zırhı bırakmıştı ki Mabed bin Vehb'in
savurduğu kılıcı yere çökerek zor savuşturdu ve anında karşılık verdi. Bir bir
daha derken geri geri giden kâfir, tökezleyerek bir çukura düştü. Rakibinin
üzerine atlayan Ebu Dücane radıyallahü anh, kafasını kesmek suretiyle bu islâm
düşmanının da canını cehenneme yolladı.
...ancak aynı anda müslümanlar, Sa'd bin
Hayseme'yi kaybediyorlardı; bir kum tepesinin üstünde ve yakıcı güneş altında
bir müşrikle Sa'd hazretleri nefes nefese vuruşuyorlardı. Müşrik'in kafasında
miğferi ve altında cins ve çevik bir atı vardı...Sa'd bin Hayseme ise sadece
çıplak bir kılıca malikti. Bu sebeple Sa'd radıyallahü anh, şehadet şerbetini
içerek Allah'ın sonsuz rahmetine kavuştu.
......
Bir mü'mini öldürmenin zevkini yaşayan kâfir,
atından inerek Hazreti Ali'ye meydan okudu..
- Ali bin Ebi Talib gel! Gel şimdi de seninle
hesaplaşalım!
Hazreti Ali, adamı tanımamıştı ama madem ki
kaşınıyordu derhal...
-Derhal ey Allah düşmanı; haydi!..
-Bileğine güveniyorsan durma!..
-Ben bileğime değil o bileği yaratana
güveniyorum ey kâfir! İşte buradayım..
Müşrik, Hazreti Ali'ye doğru gelirken Ali
radıyallahü anh da kendine şöyle sağlamca dövüşebileceği bir zemine bakındı,
O'nun böyle çevresine bakındığını, sağa-sola bir kaç adım attığını gören düşman
askeri sordu:
-Ne o kaçıyor musun yoksa?
-Biz kaçmak ne demektir bilmeyiz. Hamle et ya
kâfir!
-Al öyleyse!
Hazreti Ali, kalkanını siperleyerek sindi. Bir
yılan dili kadar keskin kılıç, Ali radıyallahü anh'ın kalkanına çakılıp
kaldı.
Şimdi sıra büyük mücahiddeydi. "Ya Allah!"
diyerek var gücüyle kılıcını savurdu. Müşrik'in zırhı omuzundan göğsüne doğru
bir bez gibi yırtıldı... O demin böbürlenen Allah düşmanı, sapsarı kesilip
titredi. Hazreti Ali, kâfiri öldürdüğünü sandığı dakikada baş ucunda şimşek
hızıyla savrulan bir kılıcın havayı yırttığını gördü ve aynı ânda "al bu hamle
de benden!" Sesini işitti ve sür'atle yere eğildi; çarpıştığı kâfirin kellesi
miğferi ile beraber önüne yuvarlanmıştı. Dinsizin murdar cesedini yere seren
Hazreti Hamza radıyallahü anhdı.
......
......
Kureyş ordusu bir taraftan müslümanlara hücum
ederken bir taraftan da bir endişeyi yaşıyorlardı. Ya eski düşmanları Kinane
Kabilesi, arkadan saldırır da Kureyş, iki ateş arasında kalırsa!.. Ancak onlar,
bu tasada iken Kinane Kabilesinin, başlarında reisleri Müdliczade Süraka ibni
Malik ile kendilerine yardıma geldiklerini sevinçle gördüler. Şimdi cesaret ve
kibirleri bir kat daha artmıştı. Hem arkadan vurulma endişeleri bertaraf olmuş;
hem de sayıları çoğalmıştı.
Süraka, daha yaklaşırken ilerden lafa
başladı:
- Ey Kureyş! Sizin düşmanınız, Kinane'nin de
düşmanı. Düşmanımız aynı. Biz, hasım değil dostuz artık. Zaten paylaşamadığımız
ne?..
Ebu Cehil, cevap verdi:
- Ben, hep arkandan demişimdir. Süraka akıllı
insandır aslında ama, bir kere öfke basmış yüreğini. O'nun için yüz vermez bize.
Bugün; şimdi düşmanlıklar bitti. Şimdi Mekke'nin üstüne dostluk güneşi doğuyor.
Hele şu yoldan çıkmış ıslah olmazları tepeleyelim yeni günler açılacak önümüzde
Süraka...
- Yâ Eba Cehil! Ey zeki ve kurnaz insan! Ey
yaşlı fakat dinç çınar! Bir bak şu manzaraya: Nerde şu bir avuç silahsız,
teçhizatsız müslümanlar, nerde bizim azametli ordumuz... Coşan sel önünde
tutunamayan ağaçlar gibi yıkılacaklar karşımızda, dize gelecekler.
-Ey söz ustası büyük hatip!.. Mekke 'nin
soyluları burada bugün. Kinane'nin asilleri de!.. Muhammedilerin sonu
geldi...kırılıp gidecekler önümüzde. Gücümüze güç kattınız. Hoş geldiniz
aramıza.
......
......
......
Kahraman mü'minlerden her biri, en az üç kişi
ile amansız bir mücadele veriyordu.. Silah ve insan sayısındaki büyük fark, bir
ara mü'minlere sıkıntı ve tehlikelerle dolu dakikalar yaşattı. Büyük çilelerin
varılmaz sabır kahramanı Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem,
dostlar dostu aziz arkadaşı Ebu Bekr radıyallahü anh'la birlikte çadıra
geçtiler... Efendimiz dua ediyorlar; yalvarıyorlar, yalvarıyorlar,
yalvarıyorlar...ya; kolları hafif yukarı ve dirsekler bükülmeden tâ ilerilere
doğru uzanarak avuçlar semaya açılıyor; veya o nurlu alın toprağa değiyor...
Savaş bütün harareti ile sürerken Hazreti Ali, bir imkânını bularak üç ayrı kere
Resulullah'ı yoklamak için çadıra geldi ve her seferinde de O'nu alnı secdede
Rabbine yalvarırken buldu...
-Ya hayyü, ya kayyüm!
Süraka ve avanesinin müşriklere yardıma gelmiş
olması yetmezmiş gibi Mekke ordusunun müslümanlarla çarpışmakta olduğunu işiten
Kürz ibni Cabir de kabilesi ile düşmana yardım hazırlığına başladı. Bu kuvvet de
müşrik cephesinde yer alacaktı. Eğer, Kureyş kâfirleri, böyle bir yardım da
alırsa müslümanların işi çok zorlaşacaktı.
......
......
Efendimiz, zaman zaman savaş meydanında zaman
zaman çadırdalar. İşte şimdi yine meydanda tarihin en üyük dâvâsını; islâm
dâvâsını omuzlamış kahramanlar kahramanı arkadaşlarının arasındalar. Varlıkları
ve teveccühleri ile onlara kuvvet ve destek oluyorlar.
Dudaklarında hep aynı dua:
- Ya Rab! Eğer iman ehlinden şu cemaat helâk
olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kul kalmayacaktır.
......
......
......
Hücum eden mücahidlerin Allah Allah sadaları,
vurulan veya öldürülen kâfirlerin bağırtıları, isabet alan atların acı acı
kişnemeleri, öldürücü bir darbe yiyen mü'minlerin kelimei şahadet getirmesi,
vınlayan oklar, çarpışan kılıçlar, kalkana çarpan kılıçların çıkardığı sesler,
kırılan kemik sesleri, devrilen at veya develer, bağrışmalar, teke tek
çarpışanlar; meydan okuyanlar, atların tepelediği insanlar...bir meydan
muharebesi ki kıran kırana.
Hazreti Ali, Hazreti Ömer, Hazreti Hamza,
Hazreti Zübeyr bin Avvam, Hazreti Sa'd bin Ebi Vakkas, Hazreti Abdullah bin
Cahş, Hazreti Ukaşe bin Muhsin, Hazreti Ammar bin Yasir, Hazreti Ebu Ubeyde bin
Cerrah, Hazreti Sa'd bin Muaz ...kısacası bütün muhacirin ve bütün ensar
arslanlar gibi dövüşüyorlar...
......
Sevgili Peygamberimiz, yine çadıra; yani
karargâh merkezine girdiler. Yanlarında yine aziz ve sadık arkadaşları Ebu Bekr
radıyallahü anh. Yine iki rekatlık bir namazdan sonra diz üstüler; yine kolları
tâ ilerilere uzanmış, avuçları gökyüzüne bakıyor:
- Ya Rabbi bana vaadettiğin zaferi
lutfeyle..
Allahü teâlâ'dan yardım ve zafer
istiyorlar...tekrar, tekrar, tekrar yorulmadan istiyorlar...kollarını öylesine
öne ve yukarı uzatmışlar ki mübarek koltukları görünüyor ve omuzlarındaki örtü
usulca sıyrılarak yere yığılıyor... Hazreti Ebu Bekr, örtüyü Efendimizin
omuzlarına koyduktan sonra istirham ediyorlar:
- Ey Allah'ın Resulü! Kendini bu kadar yorup
yıpratma. Sana elbette imdadı ilahi gelir.. Lütfen üzülme. Senin üzülmen,
hepimizi üzer.
Resulullah, o gün ümmeti için havf/korku
makamında; Hazreti Ebu Bekr ise reca/ümid makamında idiler... Efendimizin
kendini yoracak kadar duayla meşgul olmasının sebebi eshabı kiramda kalb kuvveti
hasıl olması içindi. Zira eshabı kiram, aleyhimürrıdvan, efendilerimiz
Resulullahın, indi ilahide duasının red olmayacağına iman ettiklerinden O'nu
duada görmeleri ilahi yardımın geleceğine ve zaferin müslümanlarda olacağına
dair ümid ve kanaatlerini takviye ediyordu.
Peygamber Efendimiz, Ebu Bekr'in bu talebini
duanın kabulüne işaret saydılar ve devam etmediler. Çünkü Hazreti Ebu Bekr
radıyallahü anh, sözünü tam bir ihlasla söylemişti. Allah'ın Resulü duanın kabul
olduğunu buradan anladılar...kendilerini hafif bir uyku bastırdı...az zaman
sonra Sevgili Peygamberimiz; göz nurumuz ve kalb dermanımız; iman teminatımız,
sallallahü aleyhi ve sellem, neş'e ve tebessümle gözlerini açtılar ve bir haberi
müjdelediler.
-Müjde ya Eba Bekr! Rabbim, meleklerini
yardıma gönderdi, haberini verdiler.
......
......
......
Ebu Cehil ve diğer Kureyş reislerinin Süraka
ibni Malik ve Kinane Kabilesi zannettikleri İblis ve şeytanlardan başkası
değildi...bunlar küfür ordusuna yardıma gelmişlerdi. İblis ve şeytanların
yardıma gelmeleri yetmezmiş gibi şimdi Kürz ibni Cabir de bir alay insanla
Kureyş'e yardım hazırlığına başlamıştı...bunlar olurken diğer tarafta
Habibullah, Hak teâlâ'dan vaad ettiği nusreti ihsan etmesi için yana yakıla
yalvarıyor ve "Ya Rab! Eğer iman ehlinden şu cemaat helak olursa yeryüzünde sana
ibadet edecek kul kalmayacaktır" diye inliyordu.
Allahü teâlâ'nın, kâinâtı yüzüsuyu hürmetine
yarattığı son ve en büyük peygamberin duasını kabul etmemesi mümkün mü? Nitekim
yüce Allah, meleklere mü'minlerin yardımına koşmalarını, kendileri ile beraber
olduğunu emir buyurdu. Hasımla nasıl savaşılacağını; öldürücü kılıç darbelerinin
boyun ve mafsallara vurulacağını da yüce Allah öğretmişti. Zira meleklerin bu
konuda tecrübeleri yoktu.
Cebrail, Mikail ve İsrafil aleyhisselamlar,
alaca atlara binmiş diğer meleklerle beraber ayrı ayrı ânlarda yeryüzüne
süzülmeye başladılar. Her büyük melek ve yanındakiler aniden kopan bir rüzgâr ve
görünmez kılıç şakırtıları ile iniyorlardı...
Bu sırada Bedir vadisine bakan bir tepeden
savaşı seyreden ve yenilen tarafın mallarından bir şeyler almak için bekleyen
Gıfaroğullarından iki amca çocuğu, yanlarından ard arda üç kere şiddetli
rüzgarın esmesi ve toz duman arasından sesler, kılıç şakırtıları gelmesi ve
ilkinde "ileri ya Hayzum haydi!" Diye bir de haykırış duymaları üzerine birinin
korkudan ödü patladı; öbürü feci şekilde korktu.
"Hayzum", Cebrail aleyhisselamın atının
ismiydi ve ona komut veren de Cebrail idi...
Gökten yere doğru adeta nurdan bir yol
üzerinde meleklerin atları ile akması Hakim bin Hizam'ın gözüne göründü.
Görünmesi ile müşrik saflarının arka sıralarında bulunan Hakim'in çarpılmışa
dönmesi bir oldu. Aklı Kureyş'le müslümanlar arasında bir çıkmaza girmişti.
Çareyi kaçmakta buldu. Gizlene saklana kendini Mekke'ye attı.
Cebrail aleyhisselam mü'min saflarının önünde,
İsrafil aleyhisselam ve maiyetindeki melekler, Meymene'de ve Mikail aleyhisselam
ve yanındaki melekler de Meysere'de yer aldılar. Melekler, insan şeklindeydi;
mü'minlere görünüyorlardı. Bir bölükteki meleklerin başlarında kızıl nur, bir
bölükteki meleklerin başında yeşil nur, bir bölükteki meleklerin başında sarı
nur vardı... atlarının alınlarına perçem sarkıyordu. Meleklerin bazıları savaşan
mücahidlere yardım ediyor; bazıları da orada hazır bulunmaları ile müminlere
mânen destek oluyorlardı.
İblis, Haris bin Hişamla el ele tutuşmuş
vaziyette müşrik saflarını dolaşarak Kureyş askerlerini müslümanlara karşı
galeyana getirirken Cebrail aleyhisselamın geldiğini görür görmez sür'atle
Haris'in elini bırakarak şeytanlarla birlikte kaçar adımlarla uzaklaşıp
kayboldu. Cebrail aleyhisselama yakalanıp rezil olmaktan korktuğu için sırra
kadem basıyordu.
...ama müşrikler, hakikkaten gafil oldukları
için köpürdüler:
- Ya Eba Cehil gördün mü Süraka'yı? Nasıl
kaçıp gitti. Hiç Süraka bin Malik bize yardım eder mi?
- Sen de ne diller döktün O'na ya Eba Cehil!
Bayağı da inanmıştık artık dost olacağına hani..
- Ahmaklık etmeyin! Sürakayı; Kinane
Kabilesini yeni mi tanıyorsunuz. Maksadım okşayıcı laflarla oyalayıp meşgul
etmekti. Yoksa biz O'nun ne desteğine ne dostluğuna muhtacız. Arkadan kalleşçe
saldırmasına mani olmak istemiştim...bunu anlayamadınız mı yoksa?
- Şimdi n'olacak peki?
- Düşmanın müttefiki olduğu anlaşılıyor.
Müslümanların işini bitirdikten sonra onları Kudeyd'de yakalarız zannediyorum. O
zaman Sürakayı da emrindekileri de elimizden kim kurtaracak
bakalım!...
- Belki de Muhammediler kurtarır.
- Hadi hadi, eğlenecek zaman değil. Bir tek
müslüman sağ kalmayacak! Hepsini imha edeceğiz ki atalar yolundan çıkmaya bir
daha kimse teşebbüs etmesin!... Vurun haydi; saldırın, vurun!!! Merhamet etmeyin
vurun!!!
......
......
Peygamberimizle Hazreti Ebu Bekr, çadırın
dışına çıktılar. Efendimiz, müminlerin de baş ve göğüslerine tuğ ve nişan
takmalarını emrettiler. Bunun üzerine Hazreti Hamza göğsüne deve kuşu kanadı,
Hazreti Ali, atların alınlarından sarkan perçemlerden bir beyaz tuğ yaptılar...
Zübeyr bin Avvam başına sarı, Ebu Dücane kırmızı, Ukbe bin Amr ise yeşil bir bez
bağladılar.
Müminler, meleklerin yardıma geldiğini görünce
coştular. Üzerlerine gelen düşman selini yarmaya çalışıyorlardı. Melekler
"dayanın; korkmayın düşman zayıf; Allah sizinle!" Diye mücahidlerin kalbine
kuvvet veriyorlardı. Daha kılıçlarını savururken kâfirleri vurmaya başladılar.
Buna mücahidlerin kendileri bile şaşırıyorlardı. Meselâ Ebu Davud Mazini
radıyallahü anh, kaçan bir müşrikin peşine düştü ve kâfire doğru yaradana
sığınarak müthiş bir kılıç savurdu...kılıcın kâfire ulaşıp ulaşmadığı belli
olmadan adamın kellesi uçtu. Mübarek sahabi bir ân için onu bir başkasının
öldürdüğünü sanmıştı. Halbuki melekler yardım ediyordu. Sehl bin Huneyf
radıyallahü anh, da benzeri bir çok hadisenin şahidi oldu.
Müminler, Peygamber Efendimizin duası, Allahü
teâlanın himmeti ve meleklerin desteği ile bir ara müşrikler karşısında içine
düştükleri sıkıntılı vaziyeti atlatmayı başardılar...
Artık kâfirler kırıp geçiriliyor, esirler
alınıyor, mallara ganimet olarak el konuyordu. Müminlerin bir kısmı savaşıyor,
bir kısmı ganimet malları bekliyor, bazıları da Resulullahın çadırı etrafında
muhafızlık yapıyordu...
Ve bir mucize daha:
Sevgili Peygamberimiz, henüz iki ordu
karşılaşmadan Bedir meydanını gezerken hangi kâfirin nerede vurulup düşeceğini
haber vermişse; o bahtsız, gerçekten bir mücahid kılıcı ile Efendimizin elini
toprağa koyarak işaret ettikleri yere vurulup yıkılıyordu.
Müminler, ancak iman uğruna katlanılacak büyük
fedakârlıklar içindeydiler. Ebu Seleme radıyallahü anh, kendi kabilesi olan
mahzum oğullarına karşı; Ebu Huzeyfe radıyallahü anh, babası Utbe ve kardeşi
Velid'e karşı savaşıyordu. Ama en ağır fedakârlığı Ebu Ubeyde bin Cerrah
radıyallahü anh, gösterdi...küfür cephesinde yer alarak müslümanlara karşı
vuruşan babası karşısına çıkınca gözünü bile kırpmadan işini bitirdi.
Bazı kahraman müminler de iki ellerinde iki
kılıçla dövüşmek gibi görülmemiş ve gayet zor bir işi başarıyorlardı. Meselâ
Hazreti Hamza; meselâ Mâbed bin Vehb radıyallahü anhüma. Bazı yiğitler de yaya
iken bir atlı kadar canlı, çevik ve ataktı...iki elde kılıç veya bir binekten
mahrum olduğu halde binekliymiş gibi çarpışmak şüphesiz ki ancak Bedr
kahramanlarına layık bir üstün meziyet. Hem kırılmakla tükenmeyen; azan
saldırılar, hem sıcak iklim şartları ve bu şartlarda böyle bir üstün savaş
çizgisi...bu imkânsızlık ancak O'nun sallallahü aleyhi ve sellem mucizesi ile
izah edilebilir.
...ve bir başka mucize daha; yerden,
derinlerden gelen davul sesleri düşmana hücum nevbeti vuruyor ki bu sesler,
muharebe boyunca, sonrasında ve yıllarca Bedr'de işitilecektir.
......
Çarpışma ilk başladığı sırada küfür ordusunun
şımarıklarından Nevfel bin Huveylid, müşrikleri türlü cerbezeli sözlerle
müslümanlar üzerine sevkediyordu. Zalimin bu gaddarlığı Efendimizin ağırına
gitti:
- Allahım Nevfel bin Huveylid'i sana havale
ediyorum. O'nun layıkını sen ver!..
......
Ve layıkını buldu:
...işte bir mümin; Cebbar bir Sahr, Nevfel bin
Huveylid'i esir almış süre süre götürüyor. Hazreti Ali, onları gördü. Aynı ânda
da esir, Ali kerremallahü vecheh'i gördü...gördü ve iliklerine kadar titredi.
Çünkü bu islâm kahramanının kendilerine doğru gelişi hiç de hoşuna
gitmemişti:
- Ya Cebbar kim bu gelen?
- Ali bin Ebi Talib.
- Bu adam, beni öldürmeye geliyor!
Hazreti Ali, yanlarına varır varmaz seri bir
hareketle kılıcını savurdu. Nevfel'e hızla inen kılıç, korunması üzerine
kalkanına saplandı; yüksek sahabi aynı hızla kılıcı çekti ve Nevfel'in
bacaklarına vurdu ve yere yıkılan kâfirin kafasını kopardı...şimdi Allah düşmanı
başsız kalan bir horoz gibi debeleniyordu.
Hazreti Ali karargâha; Resul aleyhisselamın
yanına geldiğinde iki Cihan Serveri ortaya sordular:
- Nevfel bin Huveylid hakkında malumatı olan
var mı?
- O'nun işini hallettik ya
Resulallah!
- Allahü ekber! Allahü teâlâ, duamı kabul
etti...ancak her kim Abbas, Talib, Akîl, Nevfel'den biri ile karşılaşırsa onu
öldürmeyip esir etsin. Çünkü bunlar Bedr'e zorla getirildiler.
- Başüstüne ey Allahın Resulü!
Emredersiniz.
......
...yine hızla arkadaşlarının yanına çarpışmak
için koşan Peygamber damadı mübarek sahabi, Âs bin Said'i gördü. Aldığı
yaraların acısı ve can havliyle uluya uluya toprağı tırnaklıyordu. Ali
radıyallahü anh, bir kılıç darbesi ile bu kâfirin de canını layık olduğu yere
yolladı.
Öğlene yakın saatlerde çarpışma tam bir
ölüm-kalım savaşı halini almıştı. İki taraf da kazanmak için var gücü ile kavga
ediyordu...müminler, şehid veriyor; küffar, ebedi felâkete
sürükleniyordu...derken Ebül Yeser radıyallahü anh, Kureyş Bayraktarlarından Ebu
Aziz bin Umeyr'i esir aldı.
Şimdi Kureyş'in istiklâl timsali bayrak, adi
bir bez parçası gibi müslümanların ayakları altında ve bayraktarları da elleri
arkasından bağlı olarak esirleriydi. Hadise müşrikleri adeta çarptı. Zaten Mekke
reisleri de birer birer katlediliyordu...düşmanın şaşkınlığı giderek
artmaktaydı... Nasıl olur; şu bir avuç insan, neredeyse silahsız oldukları halde
karşılarında nasıl tutunabilir; nasıl dayanabilir; kendileri ile nasıl dişe diş
mücadele Verebilirlerdi? Ne var ki manzara, eşit mücadele şeklini de aşmış;
müslümanlar hakimiyeti ellerine almaya başlamışlardı... Bu sebeple bir tedbir
olarak o gün liderleri ve başkumandanları olan Ebu Cehil Amr bin Hişam'ı
gizlemeye başladılar; ama aynı zamanda cephelerinde de fire vermeye başladılar:
Halid bin Âlem ismindeki kâfir bir yolunu bulup firar etti. O'nu sırasını
düşürdükçe başkaları takip etti. Küffar, ard arda esirler veriyor. Adamları ard
arda ölüyordu. Düşmanda şaşkınlık son haddindeydi. Mahzumoğulları, aralarından
değişik kimseleri Ebu Cehil gibi giydirerek hedef şaşırtmak istediler fakat yine
kaybeden kendileri oldu. Hazreti Hamza bunlardan Ebu Kays, Hazreti Ali de
Abdullah bin Münzir'i Ebu Cehil'in gözü önünde katlettiler...
Ebu Cehil, homurdanıyordu:
- Aksilik, Süraka ve adamlarının firarı ile
başladı. Onların firarı korkakları daha da adileştirdi. Ben bilirim Sürakaya ne
yapacağımı! Hele bir Mekkeye döneyim o zaman görecek harpten kaçmak neymiş. O
kaçınca bizim ödlekler de bir bir çözüldü..
- Ya Eba Cehil hani Kürz ibni Cabir de
gelmedi?
- Gelmez tabii. Kurnaz adam şu vaziyette
ölmeye mi gelsin.
Evet; hakimiyetin islâm ordusuna geçtiğini
haber alan Kürz, Kureyş'e yardıma gelmekten vazgeçmişti...
......
......
......
Ukbe bin Ebi Muayt, Hicretten evvel Mekke'de
Sevgili Peygamberimiz'e işkence yapan en taşkın kâfirlerden biriydi. Hicret
üzerine fahri kâinat aleyhine bir manzume yazmıştı.
Hicret edince Mekke'den
Kurtulduğunu sanma!
Ey Kusva'nın suvarisi
Rüzgârdan hızlı atımla
Tez zamanda olacağım karşında
Mızrağıma kanınla su verecek
Kılıcımla vuracağım boynuna...
Efendimiz bu mısraları işitince:
- Allahım Ukbeyi ağzı üzerine yere
çal!
Diye dua ettiler..
İşte meydanı boş bulduğunda uluorta atıp tutan
bu zalim; Kureyş ordusu Bedir'de gerilemeye başlayınca kaçmaya ilk
davrananlardan biri oldu...ama bindiği at, hırçınlaşarak o'nu üstünden attı.
Ağzı üzerine yere çakılmıştı. Abdullah bin Seleme, yetişerek esir aldı ve
esirlerin toplandığı yere götürerek muhafızlara teslim etti...
Kahramanların en büyüğü aziz mücahidler,
muhacir veya ensardan şehid verdikçe yürekleri kor ateşler gibi yanıyor;
azimleri artıyor; her kâfirin katlinde şevkleniyorlardı.. Hatta bazan kılıçlar
bile o yiğitlere yetmiyordu... Ükkâşe bin Mıhsan, her sahabi gibi döne döne,
vura vura, düşmanın üstüne gide gide dövüşüyordu. Ükkâşe hazretleri, bütün
hançeresi ile "Allahü Ekber!" diye bir sayha kopararak kılıcını savurdu. Simâk
bin Hareşle'nin kellesi havada helezonlar çizerek toza toprağa bulandı ama..
mübarek sahabinin kılıcı da kabzaya yakın yerden "çınn" diye koptu. O heyecanla
koşulacak yere koştu:
- Ya Resulallah kılıçsız kaldım!..
...diğer her mücahid gibi yapış yapış terler
ve kan içindeydi... bu kanlar ya kendi yaralarından akıyordu; veya bir şehidi
alıp arka saflara taşırken bulaşıyordu veya bir islâm düşmanından
sıçrıyordu...
Sevgili Peygamberimiz, yerden bir hurma dalı
alarak büyük muharibe uzattılar:
- Bununla devam et...
Ükkâşe bin Mıhsan radıyallahü anh, dalı
kaptığı gibi cepheye koştu...'bir hurma çubuğu ile zırhlı ve kılıçlı düşmana
karşı ne yapabilirim' fikri beyninin en dip hücresinden bile geçmedi.. Karşısına
çıkan ilk kâfire tâ ciğerlerinden kopup gelen bir derin ihlasla "Bismillah!"
diyerek elindeki hurma dalı ile hamle yaptı... o ân sevgili Peygamberimizin
büyük bir mucizesi gerçekleşti. Ükkâşe hazretlerinin düşmana savurduğu hurma
dalı, daha havada iken uzun, parlak ve sırtı sağlam keskin bir kılıca dönüştü ve
kâfiri cansız yere serdi.. Ükkaşe radıyallahü anh "El'avn" ismini verdiği bu
kılıçla bütün gazalara iştirak etti..
Ubeyde bin Said ise gözleri hariç başdan ayağa
zırh içinde olduğu halde atının üstünde övünüp duruyordu. Zübeyr bin Avvamla
karşılaştı. Büyük mücahid, yaradana sığınıp öyle bir nişan aldı ki mızrağı
kâfirin gözüne isabet ettirdi ve O'nu attan bir demir külçesi gibi yere
yuvarladı; kâfir ölmüştü. Zübeyr radıyallahü anh, ayağıyla düşmanın kafasına
basarak mızrağı ancak çekip çıkarabildi.
Bütün eshab, şu ân aynı ulvi gaye için yaşıyor
veya ölüyordu: İlayı kelimetullah...bu sebeple destanların anlatmaya yetmeyeceği
bir kahramanlıkla vuruşuyorlardı... Hazreti Ali, Hazreti Hamza, Ebu Dücane,
Ammar bin Yasir, Zübeyr bin Avvam, Bilâl-i Habeşî, Abdurrahman bin Avf, Suheyb
bin Sinan, Abdullah bin Seleme, Zeyd bin Harise, Numan bin Asr, Ebu Huzeyfe,
Ubeyde bin Haris, Sabit bin Ciz, Mücezzer bin Ziyad, Muaz bin Amr, Hazreti Ömer,
Yezid bin Abdullah, Harice bin Zeyd, Said bin Rebi, Ma'n bin Adiy, Numan bin
Malik, Yezid bin Rukayş, Ebu Bürde bin Niyar, Ebül Yeser, Muaz bin Afra, Muavvez
bin Afra, Harice bin Zeyd, Hubeyb bin Yesar, Huseyn bin Haris, Osman bin Mazun,
Halid bin Bükeyr, İlyas bin Mükeyr, Sa'd bin Ebi Vakkas, Malik bin Rebia,
Abdullah bin Seleme...ve diğerleri karşılarına çıkan kâfirleri cansız yere
seriyorlardı.
Mücahidler, kâfirlerden bazısını da canlı
olarak yakalayıp esir ediyorlardı. Aslında müşrikler zor ânlarında kılıçtan
kurtulup esir olmayı artık cana minnet bilmeye başlamışlardı...ancak müminler,
bu adamlardan neler çekmemişlerdi ki! Bu sebeple Resulullah'ın karargâh
muhafızlarından Sa'd bin Muaz, bir kâfir esir alınarak müslümanların eline
geçtiğinde "ah keşke öldürülseydi" diye içten içe hayıflanıyordu.. Sevgili
Peygamberimiz sual buyurdular:
- Ya Sa'd halinde bir hoşnudsuzluk
görüyorum.
- Evet ya Resulallah. Keşke elimize düşen her
kâfiri katletsek! Esir olmakla canlarını kurtarıyorlar...
...tabii az da olsa müminler de kayıp; daha
güzel söyleyişi ile şehid veriyorlardı...mesela düşmana "bilekleri yoruluncaya
kadar kılıç sallayan" Avf bin Haris radıyallahü anh Ebu Cehil tarafından şehid
edilmişti. Henüz onaltı yaşında olduğu için sefere kabul edilmeyen; bunun
üzerine Peygamberimiz'den yalvararak izin alan Umeyr bin Ebi Vakkas da genç bir
kartal gibi kanının son damlasına kadar vuruşmuş ve nihayet Amr bin Abdi Ved
tarafından şehid edilmişdi, radıyallahü anh.
......
Meşhur Kureyş reislerinden Tuayme, Safvan bin
Beyza radıyallahü anh'ı şehid etti; fakat Safvan hazretlerinin kanı yerde
kalmadı. Hazreti Hamza radıyallahü anh da mübarek kılıcı ile kâfirin işini
bitirdi. Ebu Cehil'in kardeşi Âs bin Hişam'ı ise Hazreti Ömer ile Yezid bin
Abdullah hazretleri katlettiler. Kureyşin en mühim reislerinden bir de Ümeyye
bin Halef vardı. Hazreti Bilâl'in efendisi yaşlı ve şişman adam. Bilâl
radıyallahü anh'ı Allah'a ve Resulüne imandan vazgeçirmek için tandır üzerindeki
sac gibi yakıcı kumlar üzerine yatırıp ağır kaya parçalarını göğsüne koyan;
ağzında tükrüğün zerresi bile kalmadığı halde bir damla su vermeyen; boynuna ip
takıp çocukların eline verdikten sonra Mekke sokaklarında seyirlik bir mahluk
olarak gezdiren ve "ehad / Allah bir" dedikçe işkenceyi arttıran taş kalbli
zalim... Bu zalim, yaşlılık ve şişmanlığını korkaklığına maske yapmak istemiş ve
fakat Ebu Cehil şirretinin ağır tahrikleri yüzünden istemeye istemeye harbe
dahil olmuştu... Yüce Allah, O'nu harbe dahil etmişti; çünkü başına gelecekler
vardı. Bu adam ve oğlu Ali, harbin sonuna kadar dayandılar...ama ümidleri
kalmayınca can tasası ile her ikisi de eskiden dostları olan Abdurrahman bin Avf
radıyallahü anh'a iltica ettiler...
...fakat tam o sırada Bilâl-i Habeşî
radıyallahü anh'ın gözüne çarptılar. Peygamber müezzini o güzel sesi ile
bağırdı:
- Ey Allah askerleri! İşte kefere ve fecerenin
reisi Ümeyye bin Halef burada! İslâmın şeref ve izzeti için onu
öldürünüz!!..
Muaz bin Harisle ensardan bazıları yetişip
kılıçları ile bu islâm düşmanını ortadan kaldırdılar. Oğlu Ali'yi ise büyük ve
çilekeş mümin Ammar bin Yasir katletti. Ali, o ân kulakları sağır eden korkunç
bir çığlık kopardı. Ki işitenler birân dona kaldılar.
Savaş devam ediyor; fakat küfür ordusu ölü ve
esir verdikçe yeisten kahroluyordu...
O meydan okuyan; Mekkeli muhacirleri âsi
sayan; Medineli ensarı basit çiftçiler diye hor görenler, arkası arkasına
anlı-şanlı arkadaşlarını kaybedince kara ruhlarında korku fırtınaları savrulmaya
başladı. Bir kaç saat öncesine kadar kendilerinde kıyas kabul etmez üstünlükte
görenler, şimdi 'nasıl yapar da ağır bir hezimet'ten kurtuluruz' diye
düşünüyorlardı...halbuki şu meydana ne hayaller ve ne şekilde gelmişlerdi?
Hesaplarına göre müslümanların önde gelenleri cezalandırılacak; diğerleri de
elleri arkalarına bağlanarak süre süre esir pazarına götürülecekti...müşrikler
ise hiç kimsenin burnu bile kanamadan geri döneceklerdi... Ebu Cehil, bu
kahredici hesaplaşmayla kendi kendisini yiyip bitirirken asıl, müminler, O'nun
işini bitirmek için fırsat kolluyorlardı. Bu meydanda her kâfiri devirmek her
mümin için dünya durdukça devam edecek bir ulu şerefti ama; şereflerin en büyüğü
küfrün lideri Ebu Cehil'i öldürmekti. Fakat bazı ensar O'nu
tanımıyordu.
......
Bu sebeple Bedr'e yedi civanını birden
gönderen o yiğit ana Afra Hatun'un çocukları Muaz bin Haris'le Muavvez bin Haris
bu ölüm kalım anında Abdurrahman bin Avf'a yaklaştılar:
- Amca! Ebu Cehil'i tanıyor musun?
- Niçin sordunuz?
- O'nunla görülecek hesabımız var.
Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh
güldü:
- Her müslümanın o'nunla görülecek hesabı
var.
- Doğru ama bizim Rabbimize verilmiş sözümüz
var. Ya onu katledecek veya bu uğurda öleceğiz.
- Bakın ta şu ileride kalabalığın etrafını
çevirdiği at üstündeki yetmişlik kara kuru adam.
İki genç gösterilen hedefe doğru hızla
atıldılar... Hazreti Abdurrahman çok duygulandı:
- Allahım henüz hayatlarının baharında olan bu
gençleri umduklarına nail eyle.
İki kardeş kalabalığın ortasına daldı.
Kılıçlar, inip kalkıyor; çarpışan çeliklerden ürpertici çınlamalar yükseliyor;
bunlara insanların "ah vuruldum" feryatları ile at kişnemeleri katılıyordu.
Onlar Ebu Cehil'e vurdukça muhafızlar ve Ebu Cehil de genç müminleri öldürmeye
çalışıyorlardı. Mel'un kâfire bir iki darbe de Muaz bin Amr indirdi. Zalim,
öldürücü yara almıştı. Ancak, Ebu Cehl'in oğlu İkrime Muaz bin Haris'i kolundan
ağır şekilde yaraladı. Aynı anda Ebu Cehil de Muavvez'i şehid etti. Muaz
hazretleri, kardeşinin şahadetine aldırış etmeden dehşetli mücadelesine devam
ediyordu. Ve sonunda etrafındaki koruyuculara rağmen Ebu Cehil'e son darbeyi
vurarak çığlıklarla yere yuvarladı...
......
......
...düşman hattı, bütün cephelerde çöktü ve
panik ve kargaşa ile ric'at/geri çekilme başladı. İslam saflarının hilâl
şeklindeki iki ucu kapanarak düşmanın bir kısmını esir aldılarsa da çoğunluk ne
ağırlıkları varsa arkada bırakarak sür'atle Bedr'i terkediyorlardı...
Mücahidler, başta Resulullah olmak üzere düşmanı bir müddet takip ettiler. Hatta
Sevgili Peygamberimiz, atını Hazreti Ali'ye verdi; büyük kahraman, bozulmuş
orduyu bir müfreze ile takip etti ama düşman, düğüne gider gibi geldiği Bedr'i
şimdi kahredici bir ruh hali ile kaçarak terkediyordu. Hazreti Ali ve
yanındakiler arkalarına bile bakmadan uzaklaşan küfür ordusunu biraz daha takip
ettilerse de toz duman içinde Mekke'ye doğru ufukta eriyip kaybolan müşrikleri
takipten vazgeçerek geri döndüler...
...kaçan düşmanın harp sahasından tamamen
atılması ile nihai zafer kazanılmış ve islâm sancağı, kıyamete kadar bir daha
inmemek üzere yükselmişti.
......
......
......
Alabildiğine bir düzlük ve çöl. Uzakta sıra
dağlar. Masmavi bir gök; güneş tam tepede. Yerde telef olmuş veya yaralı at ve
develer, ve kara suratlı kâfir ölüleri...yalvararak inleyen, hayatlarının
bağışlanmasını isteyen, "su, bir damla su" diye sayıklayan kâfir yaralıları
...beride hasretinde olduğu rütbeye kavuşmanın tarifsiz huzurunu yaşayan nur ve
gül yüzlü şehidlerimiz. O bilmediğimiz hayatta bilmediğimiz nimetlere kavuşmuş
bu mes'ud şehidlerin yüzlerinde derin bahtiyarlık tebessümleri...sarı çöl;
kanlar içinde şehid ve ölüler ve kanlarda şavkıyan güneş hüzmeleri. Derinlerde
dâvullarla zafer gümbürtüleri. Meleklerin öldürdüğü ölüler boyun ve
eklemlerindeki siyahlıklardan hemen tanınıyorlar.
......
Eshabı Kiram ile müşrikleri takipten karargâha
dönen Sevgili Peygamberimiz, süal buyurdular:
- Ebu Cehil'den bir haber var mı? Ölü mü,
yaralı mı, kaçtı mı?
Muaz radıyallahü anh:
- Ebu Cehili merhum kardeşim Muavvaz ile
birlikte öldürdük ya Resulallah...
Hazreti Ömer, hayret etti:
- Bir yanlışlık olmasın! Biz Ali bin Ebi Talib
ile O'nu öldürmüştük.
Hazreti Muaz:
- Hayır Hayır! Hatta O'nu katlederken
Muavvez'i de kaybettik.
Ensar'dan Abdullah ibni Mes'ud, söz
aldı:
- Ya Resulallah müsaade ederseniz meydanı bir
gezeyim, ölü veya yaralı olup olmadığını şimdi öğreniriz.
Efendimiz izin verdiler.
İşte, biraz evvel insan, deve, at, ok, gürz,
kalkan ve kılıç seslerinin birbirine karıştığı meydan...O velvelenin, o
gulgulenin yerini şimdi derin bir sessizlik almıştı. Abdullah ibni Mes'ud, çöle
serilmiş ölü ve yaralıları tek tek yokladıktan sonra aradığı şahsı buldu. Evet;
Ebu Cehil Amr bin Hişam; Kureyş kabilesinin bu mühim siması, müşriklerin lideri
işte âciz bir şekilde can çekişiyordu. Aziz sahabi, bir ayağı ile islâmın
amansız düşmanı baş kâfirin göğsüne bastı ve eliyle sakalından tutarak
sarstı:
- Heyy! Sen Ebu Cehil değil misin?
- Evet; ben Ebu Cehilim. Ama sen o yüksek
yerde ne arıyorsun ey koyun çobanı! Unutma ki çıktığın yer yalçın bir dağdan
daha sarptır.
- Ey mel'un! Cehennemi boylamak üzeresin ama
hâlâ kibir nutukları atıyorsun.
- Keşke o göğse Yesribli bir köylü değil de
bir Mekke'li çıksaydı.
- Hâlâ mı büyüklenme?
- Zafer hangi tarafta?
- Elhamdülillah ki müslümanların.
- Yaa! Demek öyle!... Git Muhammed'e deki:
Bugüne kadar O'na düşmandım. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!
Abdullah ibni Mes'ud'un cevabı, ayağı altında
zelil ve hakir bir şekilde acılar çeken korkunç kâfirin yüzüne kırbaç gibi
indi:
- Alçak! Kafanı keseceğim senin! Hem de
yıllarca belinde gururla taşıdığın şu kendi kılıcınla keseceğim!
- Bari omuzuma yakın yerden kes ki başım
heybetli görünsün.
- Zebaniler heybet neymiş şimdi gösterirler
sana kibir putu! Al bakalım!!!!
Mübarek sahabi, bir hamlede Ebu Cehil'in
kafasını gövdesinden ayırdı. Murdar vücut, kafası koparılan bir horoz gibi
bir-iki çırpınıp debelendikten sonra kaskatı kesildi. Yıllarca Allah Resulü ile
eshabına olmadık eziyetler çektiren koca zalim, dünyadan yıkılıp gitmişti. Hem
de ne ibretle! Kendini beğenmiş ve mağrur Ebu Cehil, ayağa kalktığında ancak
oturan bir babayiğidin yüksekliği kadar boyu olan Abdullah ibni Mes'ud'un ayağı
altında şerefsiz bir şekilde ve kendi kılıcı ile ...
Aziz sahabi, Ebu Cehl'in zırhını, kılıcını ve
bir ipe takarak sürüte sürüte getirdiği kafasını İki Cihan Sultanının mübarek
ayakları dibine bıraktı...kafa kan, toz topraktan tanınmaz haldeydi.
- Ya Resulallah! İşte Allah düşmanı Ebu Cehlin
başı!..
- La ilahe illallah! Ey Abdullah ibni Mes'ud!
Bunun Amr bin Hişam'ın başı olduğuna dair kendisinden gayrı ilâh olmayan Allah'a
yemin eder misin!..
- Evet ya Resulallah! Kendisinden gayrı ilah
olmayan Allah'a yemin ederim ki mübarek ayaklarınız dibindeki bu baş Ebu Cehil'e
aittir.
Sevgili Peygamberimiz azgın bir şakînin islâm
yolundan çekilmiş olmasından dolayı memnun oldular; iki rek'at şükür namazı
kıldıktan sonra sonsuz hamdlere layık olana yöneldiler:
- Allah'a hamd-ü senalar olsun ki kuluna
yardım etti; dinini üstün kıldı, buyurdu ve devam etti, Allahım vaadini yerine
getirdin; hakkımdaki nimetini tamamla...
...ve İbni Mes'ud ve bir kısım eshabla beraber
Ebu Cehlin cesedinin bulunduğu yere gittiler.
Amansız islam düşmanının ölüsü üzerine
gelince:
- Ebu Cehil, bu ümmetin fir'avnı idi, dediler
ve seslendiler:
- Ey Allah düşmanı! Allah'a hamdolsun ki seni
zelil ve hakir etti.
......
......
Böylece savaş, öğlen sıralarında müslümanların
mutlak zaferi ile noktalanmıştı.
Efendimiz tekrar karargâha döndüler ve
şehidlerin, ölülerin, yaralıların, esirlerin ve ganimet mallarının tesbitini
emrettiler.
Cebrail aleyhisselâm ve diğer melekler izin
isteyerek gittiler.
......
......
Müslümanlar, Bedr meydanında büyük islâm
davası uğruna ondört şehid vermişlerdi. Bu ondört kişinin altısı muhacirinden
sekizi ensardan idi...
Şehid muhacirler:
Mihca, Ubeyde bin Haris, Züşşimaleyn bin Abdi
Amr, Akıl bin Bükeyr, Safvan bin Beyza ve onaltı yaşındaki gencecik Umeyr bin
Ebi Vakkas.
Şehid Ensar:
Hârise bin Süraka, Sa'd bin Hayseme, Mübeşşir
bin Abdülmünzir, Umeyr bin Hümam, Rafi bin Mualla ve analar anası Afra hatun
radıyallahü anha'nın goncaları Yezîd bin Haris, Avf bin Haris, Muavvez bin
Haris.
...aziz şehidler al kanlı elbiseleri ile yan
yana dizilmişlerdi. Yüzlerine sanki pembecik pembecik cennet gülleri yansıyordu;
ferah, aydınlık, huzurlu rahmetullahi aleyhim ecmain.
Kâinatın Sultanı, mübarek şehidlerin önünde
durdular. Sahabiler de arkada safa geçtiler. Az evvel omuz omuza savaştıkları
arkadaşlarının şimdi cenaze namazını kılıyorlar. Efendimiz tekbirler getiriyor;
cemaat tekrarlıyor...
Namazdan sonra yan yana ondört cennet bahçesi
açıldı ve aziz naaşlar toprağa emanet edildiler... Onlar ne bahtiyar insanlar ki
islâmiyet uğruna en kıymetli varlıklarını; canlarını verdiler. Cenaze
namazlarını Allahın Resulü ve Allahın yeryüzündeki arslanları kıldılar... Onlar
ne seçilmiş insanlar ki vasıfları Bakara suresi yüzelli dördüncü ayeti ile
anlatıldı: Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyiniz. Hayır, diridirler.
Fakat siz farkında olmazsınız...
......
Tabiatiyle bir çok da yaralı mücahid mevcuttu.
Meselâ Zübeyr bin Avvam radıyallahü anh. Hayli yarası vardı; ama en derini
boynundakiydi. Bu yaraya parmak rahatlıkla girebiliyordu.
......
......
Ensar'dan Harise bin Süraka'nın Bedr'de genç
yaşta hayatını kaybettiği haberi Medineye annesi Rubeyde Hatun'a gelince yiğit
ananın tavrı merak mevzuu oldu. Acaba ölüm haberi, cahiliyet döneminde olduğu
gibi O'na saç baş yoldurup hüngür hüngür göz yaşı döktürecek miydi? Soylu ana
dedi ki:
- Benden cahiliyet zamanının alışkanlıklarını
beklemeyin. Şimdi evlat kaybetmenin acısını kalbime gömüyorum. Resulullahın
avdetini bekleyeceğim. Şayet Harise şehid olarak cennetlik olmuşsa elbetteki
gözümden tek damla yaş sızmayacak; şükür secdesine varacağım. Ama ruhunu imansız
olarak teslim etmişse; bu gözlerin şu dünyayı görmesine artık lüzum kalmaz. O
zaman kanlı göz yaşları ile ağlayacağım.
......
......
İman ordusunun ondört kaybına karşılık, küfür
ordusu yirmidördü Kureyş reislerinden olmak üzere yetmiş ölü ve ayrıca yetmiş de
esir vermişlerdi. Müslümanların eline geçen ganimet ise yüzelli deve, otuz at,
çok miktarda kırmızı kadife, kılıç, ok, mızrak, yay, gürz gibi savaş aletleri,
ev eşyası, elbise ve benzeri şeylerdi.. Ganimet Emirliğine Abdullah bin Ka'b
tayin edildi. Yetmiş müşrikten onaltısını Ali rahmetullahi teâlâ aleyh
hazretleri, öldürdü. Beş kişinin de öldürülmesinde diğer eshaba yardım etti. Beş
kişiyi Hazreti Hamza radıyallahü teâlâ anh öldürdü. Dört müşriki de Ammar bin
Yasir rahmetullahi teala aleyh katletti. Ammar bin Yasir anne ve babası ile ilk
imana gelenlerden. Bu sebeple küfrün ilk azgın dalgaları bunlara; ilklere
çarptı... Çok işkence gördüler. Annesi Sümeyye Hatun işkence altında iken
"İslamdan dön!" baskılarına "hayır!" dediği için Ebu Cehil tarafından süngü ile
vurularak hunharca şehid edilmişti..ilk şehidimiz bir anne; evlâdlar, annelerden
çoğalır. Sanki Sümeyye radıyallahü anha sonraki şehidlere manevi anne oldu da
asırlar boyu çoğaldılar; çoğalacaklar.
......
Hazreti Ebu Bekr'in oğlu Abdurrahman ise
kılıçtan kurtulmuştu. Şimdi kılıçtan; günü gelince de eshabdan olarak
cehennemden...
......
Büyük kumandan Sevgili Peygamberimiz Kureyş
reislerinden yirmidört ölünün Kalib denilen taşla örülü kör kuyulardan birine
atılmasını emrettiler. Sürüterek çeke çeke kuyuya ilk atılan koca gövdeli Utbe
bin Rebia oldu. Efendimiz, Ebu Huzeyfe'nin yüzüne baktılar. Babasının berbat
akıbeti O'nu sarartmıştı. Halbuki Ebu Huzeyfe, O'nun hep imana geleceğini
bekliyordu. Müşrikler, bir bir kuyuya dolduruldular. Umeyye bin Halefse zırhının
içinde şişmişti. Zırhtan çıkartılmaya çalışılınca etleri dağılmaya başladı. Bu
sebeple o'nu olduğu yerde bırakarak üstüne taş-toprak yığıldı.
...İslâmiyeti yok etmek için saldıranların
kendileri yokolmuştu... Sevgili Peygamberimizle Hazreti Ebu Bekr, koca kâfirler,
kuyuya atılırken savaş alanını geziyorlardı. Peygamberimiz, sürekli hamd
ediyorlar: "Allah'a hamdolsun ki bana olan vaadini yerine getirdi"..
......
......
Harp artığı müşrikler, Mekke'ye vardıklarında
Sürakayı az kalsın parçalayacaklardı:
- Ya Süraka başımıza gelenler hep senin
yüzünden!
- Ne! Benim yüzümden mi? Ben ne yapmışım
ki!
- Daha ne yapacaksın? Eğer savaş meydanından
kaçmasaydın Mekke ordusu bozguna uğramayacaktı.
- Kim? Ben mi?
Kalabalık Sürakayı bunaltıyordu.
- Elbette sen!
- Emin olun ki ben Bedr'e gelmedim. Hatta
sizin gittiğinizi bile nice zaman sonra işittim.
Süraka şeklinde görünenin iblis; diğerlerinin
de şaytanlar olduğunu nasıl bilebilsinlerdi?
......
......
İslâm ordusu, Bedr'de savaştan sonra üç gün
daha kaldı.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve
sellem, son gece ay ışığının çölü gündüz gibi aydınlattığı bir sırada
müşriklerin atıldığı kuyuya doğru yürüdüler. Eshab da peşinden yürüdü. Fakat,
Allah Resulü'nün nereye gittiğini tahmin edemediler... Merakları, Efendimizin,
müşrik ölülerinin dolu olduğu kuyu başına gelmesine kadar devam etti.
...kuyudaki ölüleri tek tek, isim isim sayarak hitap buyuruyorlar:
- Ey Ebu Cehil Amr bin Hişam! Ey Utbe bin
Rebia! Ey Şeybe bin Rebia! Ey Nevfel bin Huveylid! Ey Huzeyfe bin Ebi Huzeyfe...
Siz, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavimdiniz. Siz beni yalanladınız;
başkaları doğruladı. Siz beni evimden ve yurdumdan ettiniz; başkaları bana
destek oldular. Siz benimle savaştınız; başkaları beni size karşı korudu. Siz
Rabbinizin size vâd etmiş olduğu azaba kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin bana vaad
ettiği yardım ve zafere kavuştum!
Eshabı kiram, Sevgili peygamberimizi hayretle
takip ediyorlardı. Zira böyle bir hadiseyi ilk defa yaşıyorlardı. Hazreti Ömer
sordu:
- Ya Resulallah! Ruhsuz cesetlere, kokmuş
leşlere mi sesleniyorsunuz?
Peygamberimiz, arkadaşlarına dönerek
buyurdular ki:
- Muhammed'in varlığı kudret elinde bulunan
Allah'a yemin ederim ki benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitici
değilsiniz! Ancak onlar cevap veremezler.
Eshab, iliklerine kadar ürperdi.. Bu ne müthiş
hakikatti böyle?
......
......
Üçüncü gün olunca develerini istediler; yol
ihtiyaçları deveye yüklendi. Hareket emrini verdiler.
...ordu derhal ve kısa zamanda hazırlandı. Bu
üç gün içinde yaralar sarılmış yorgunluklar atılmıştı. Aslında müslümanlar,
zafer sevinciyle yorgunluk ve yaraların farkında bile değillerdi... Onlar; o
yüksek kahramanlar, İslâm nimetinin külfetini işkenceler, zulümler, hakaretler
görerek veya bu uğurda hayatlarını vererek ödediler... Vazifeli eshabın
muhafazası altında olan müşrik esirlerini Hazreti Hamza, sıkı sıkıya ve
kaçmalarına mani olacak şekilde bağladı.
Ordu, Useyl'e doğru hareket etti..."ah keşki
Medine'ye geldikleri gibi yine eksiksiz dönebilselerdi." Ama bu mümkün mü? 'Hiç
bir dâvâ yoktur ki şehidi ve çok üzüleni olmasın'. İşte dünya durdukca duracak
olan hakikat. İslâm dini ise dâvâların en mukaddesi. Bedr'e kadar çok üzüntüler
yaşandı; çok üzülenler oldu. Bedr'de ise bu dâvâ şehidlerini de
verdi.
Eshabı kiram, şehidliğin önünde dualarını
okuyup uzaklaşırken kalblerini yine de aziz arkadaşlarının ayrılık alevi şöyle
bir kavurup geçiverdi.
......
Useyl, hayli uzun bir vadi. Vadi
ortalandığında akşam olmak üzereydi. Efendimizin emriyle gecenin burada
geçirilmesi kararlaştırıldı. Akşam namazı kılıp, bir şeyler yendiğinde vakit
yatsıyı bulmuştu. Sevgili Peygamberimiz,
- Bu gece bizi kim bekleyecek? Diye sual
buyurdular. Birisi karanlıkta ayağa kalktı. Şanlı Peygamber O'na:
- Sen kimsin, dediler.
- Zekvan bin Abdikays ya
Resulallah!
- Otur, buyurdular.
Peygamberimiz, suali tekrarladılar:
- Bu gece bizi kim bekleyecek?
Bu defa başka birisi, ayağa kalktı. Efendimiz
ona:
- Sen kimsin? Dediler.
- Abdi Kaysın oğluyum.
- Sen de otur.
Üçüncü bir şahıs kalktı. Resulullah ona da
sordular:
- Sen kimsin?
- Ebu Seb, ya Resulallah...
Bir mikdar durduktan sonra Resulullah
efendimiz:
- Üçünüz birden ayağa kalkınız, emrini
verdiler.
Sadece Zekvan bin Abdikays ayağa kalktı.
Peygamberimiz:
- Diğerleri nerede? Buyurdular.
Zekvan radıyallahü anh:
- Ya Resulallah her üç suale de cevap veren
bendim, dedi..
Efendimiz, Zekvan hazretlerinin, bu hizmet
etme aşkına çok memnun oldular ve hayır duada bulundular:
- Allah da seni muhafaza etsin.
...o gece Zekvan radıyallahü anh'dan gayrı
daha başka müslümanlar da nöbet tuttular. Bunlardan biri de Ebu Katade
radıyallahü anh'dır. Efendimiz, sabahleyin bu mübarek sahabiye de dua
ettiler.
- Allahım! Bu gece Ebu Katade, senin Resulünü
koruduğu gibi sen de O'nu koru.
......
Useyl'de ordu istirahate çekildi... Uzakta
gece böcekleri sonu gelmez bir telaşın içindeler. Yakında nöbetçilerin ayak
sesleri ve dertli esir iniltileri. Ay yükselmiş ve etrafı halelenmiş halde.
Yıldızlar cıvıl cıvıl. Mücahidler, derin bir uykudalar...fakat hassas ve ince
kalbli mübarek Peygamberin mübarek gözleri uykuyu kabul etmiyor. Herkes
uykudayken Resulullah uyuyamıyor. Böylece hayli zaman geçmişti ki Sevgili
Peygamberimizin uyuyamadığı nöbetçilerden birinin dikkatini çekti:
- Anam-babam sana feda olsun ey Allahın
Resulü. Niçin uyumuyorsunuz?
- Abbas inliyor...
Hazreti Ömer, sıkı şekilde bağladığı için
Abbas bin Abdülmuttalib, derinden derine inliyordu. Nöbetçi, hemen esirlerin
arasına gitti ve Abbasın bağlarını gevşetti. Bu nöbetçi biraz sonra yine
Resulullahın yakınından geçerken sordular:
- Abbasın sesi neden kesildi?
- Bağlarını gevşettim ya
Resulallah...
- Öyleyse diğer esirlerin de bağlarını
gevşetin, buyurdular...
...Ve ondan sonra uyuyabildiler.
......
Useyl'den hareket edilmeden evvel esirler
Resulullah'a takdim edildi.
Nerede büyüklenip duran; Peygamber'e savaş
açan cengaverler? Şimdi şu yüksek huzurda başları önlerinde suçlu suçlu
bekleşenler o yiğitler mi?
Esirler'den biri de Abbas. O iri-yarı,
güçlü-kuvvetli Abbas'ı zayıf ufak-tefek bir mücahid yakalamıştı. Bazı kimseler
meraklarını yenemeyip sordular:
- Ya Abbas seni esir alan yarı cüssende, ona
nasıl yakalandın?
- O zayıf adam, üstüme gelirken bana Handeme
dağ gibi göründü.
Eşsiz sabır timsali aziz Peygamber, Nadr bin
Haris zalimini görünce O'nu uzun uzun süzdüler... Nadr, Allah'ın nuru ile dolu
bu nazardan son derece rahatsız oldu ve yanındaki diğer esire
fısıldadı:
- Beni öldürtecek. Bakışlarından bunu sezdim.
Evet beni öldürtecek, dedi ve Mus'ab bin Umeyr'i aracı koymak istedi:
- Ey Mus'ab! Senle akraba olduğumuzu unutma!
Bana farklı muamele yapılmasın. Diğer esirlere nasıl muamele edilirse bana da
aynı muamele yapılsın. Peygamberin, beni öldürme kararında. Buna mani
ol!..
Hazreti Mus'ab cevap verdi:
- Akraba olmamızın sen kâfir kaldıkça hiç bir
kıymeti yoktur. Bana nasıl iltimas teklif edersin? Bugün merhamet dilendiğin
Peygambere de O'nun dinine de hakaretler eden sen değil miydin ey
korkak?!
Can derdine düşen ödlek kâfir, Hazreti Umeyr'i
duymak istemiyordu.
- Diğer esirlere eman verilirse bu hak bana da
tanınmalı...
- O hükmü Allah ve Resulü verir.
...ve hüküm verildi:
Sevgili Peygamberimiz, yiğitler yiğidi hazreti
Ali'ye emrettiler:
- Vur şunun boynunu!
Derhal habisin kafası gövdesinden ayrıldı.
Nadr bin Haris, Hazreti Mıkdat'ın esiri idi. Mıkdat radıyallahü anh bu netice
ile ileride fidye alma şansını kaybetmiş oluyordu. Olsun ne çıkarki bundan! En
yüksek Nebi'nin bereketli duası olduktan sonra:
- Allahım! Mıkdat'ı fazlı kereminle zengin
et...
......
Ertesi gün ikindi namazını müteakiben Useyl
terk edilerek yola çıkıldı.
Medine'ye doğru yürüyüş devam
ediyor.
Safra Boğazı geçildi. Seyer adlı kum tepesinde
dalları ile çevreyi kucaklayan ulu bir ağacın altında konakladılar...
......
Enfal suresinin kırkbirinci ayeti ile
Peygamberimizin ganimet mallardan beşte bir hisse alabilmesine izin
verilmişti:
- Biliniz ki, kâfirlerden ganimet olarak
aldığınız her hangi bir şeyin muhakkak beşte biri Allah içindir. O da Resule ve
O'nun akrabasına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir; eğer siz
Allah'a iman etmiş ve o hak ile batılın ayrıldığı Bedr günü, o iki ordunun
birbiriyle çarpıştığı gün kulumuza (Hazreti Peygambere) indirdiğimiz âyetlere
iman etmişseniz. Allah, her şeye kadirdir.
...Yüce Allah, peygamberine önceki Nebi ve
Resullerden farklı olarak düşmandan zorla alınan ganimet maldan hisse alma
imtiyazı veriyordu. Ki Sevgili Peygamberimiz, öbür Peygamberlere göre kendisine
tanınan beş farklı mazhariyeti şöyle sıralıyorlar:
- Bana düşmanın kalbine korku salma
kaabiliyeti verildi, bütün yeryüzü benim için mescid kılındı; bana sözün bütün
imkân ve kudretini kendinde toplayan Kur'an verildi; ganimet malı bana helâl
kılındı; bana şefaat makamı verildi ki bu beş şey benden önceki Peygamberlere
verilmemişti.
...kılıçla kazanılan mallar, bu ağacın serin
gölgesinde harbe iştirak eden bütün kahraman mücahidlere, mübarek şehid
evladlarına ve aralarında Hazreti Osman radıyallahü anh'ın da olduğu Bedr'den
izinli sekiz sahabiye taksim ediliyor... Kahraman Peygamber, Ebu Cehl'in
devesini kumandan hakkı/safiy olarak kendileri aldılar. Ve Hudeybiye Umresine
kadar bu deve ile gazalara çıktılar. Ganimet bölüştürülürken Münebbih bin
Haccac'a ait olan Zülfikâr ismindeki kılıç da Sevgili Peygamberimizin payına
düştü. Efendimiz, bu meşhur kılıcı zaferde büyük emeği olan Hazreti Ali
radıyallahü anh'a hediye ettiler. Böylece harbe bizzat iştirak edenler,
karargâhta nöbet tutanlar ve ganimet malları bekleyenlerin tamamına pay verildi.
Sa'd bin Ebi Vakkas radıyallahü anh arz etti:
- Ya Resulallah! Kuvvetlilere de, zayıflara da
ganimet dağıtmaktasınız...
Efendimizin buyurdukları dünya durdukça bir
altın kaide olarak pırıldayacak:
- Zaferiniz zayıfların duası bereketiyle değil
mi?
......
Esirler için o âna kadar vahiy gelmediğinden
Resulullah eshabı ile istişare ederek bir karara varmayı arzu
buyurdular:
- Ya Eba Bekr esirleri ne yapalım?
Diğer sahabiler dikkat kesildiler.
- Ey Allahın Nebisi. Bunlar en nihayet bizim
akrabamız. Bize kurtulmak için fidye ödesinler, derim. Alacağımız fidye ile biz
kuvvetleneceğiz; onlar zayıflayacaklar. Bakarsınız zamanla onlar da hidayete
kavuşurlar.
Efendimiz, Hazreti Ömer'e sordular:
- Ya Ömer sen ne dersin? Fikrin
nedir?
- Ya Resulallah; ben, Ebu Bekr'le aynı fikirde
değilim... Esirleri öldürelim. Düşmandan fidye kabul etmeyelim. Hatta akrabam
olanların boynunu vurmam için bana; Abbas'ın boynunu vurmak için kardeşi
Hamza'ya, Akîl'in boynunu vurmak için kardeşi Ali'ye lütfen müsaade buyurunuz.
Böylece islâm düşmanlarına karşı ne kadar kararlı olduğumuz herkes tarafından
anlaşılmış olur.
Allahın Resulü, bir zaman sükût edip bir şey söylemedikten sonra, bazı
insanların yumuşak; bazı insanların sert tabiatlı olduklarını ifade buyurdular
ve Ebu Bekr radıyallahü anhın halinin, İbrahim aleyhisselâm ile İsa
aleyhisselâm; Ömer radıyallahü anh'ın halinin ise Nuh ve Musa aleyhisselâmlara
benzediğini anlattılar ve devam buyurdular:
- Esirlerden fidye alınacaktır.
O esnada Abdullah ibni Mes'ud heyecanlanarak
söze karıştı:
- Sehl bin Beyza bu karardan istisna
edilmelidir. Çünkü o müslümandır. Ben müslüman olduğuna şahidim.
Sevgili peygamberimiz söze susarak karşılık
verdiler. Abdullah ibni Mes'ud, ânında hatasını farkederek bin pişman oldu. Ne
yapmıştı? Bu nasıl konuşmaydı öyle. O kadar korktu; Resulullah'ı incitmiş olma
ihtimalinden öyle sıkıldı ki gökten üzerine taş yağmasından endişe etti... Neyse
ki merhamet Sultanı da:
- Evet; Sehl bin Beyza hariç.
Buyurdular da Abdullah ibni Mes'ud azıcık
nefes alabildi. Sehl bin Beyza, gerçekten Mekke'de iken imana gelmişti. Ancak
bunu müşriklerden saklıyordu. Bedr'e kendisini zorla getirmişlerdi. O da
göstermelik dövüşmüş ve bir ân evvel esir olmuştu.
Esirlerden Süheyl bin Amr bir punduna getirip
kaçtıysa da en kısa zamanda yakalandı. Süheyl, Kureyşin iyi hatiplerindendi. Üst
dudağı yarıktı. Sevgili Peygamberimiz aleyhinde konuşmalar yapardı. Hazreti Ömer
radıyallahü anh dedi ki:
- Ya Resulallah lütfen müsaade ediniz şunun
iki üst dişini sökeyim de bir daha hiç bir yerde sizi karalamasın.
- Ya Ömer! Bu esirin dişlerini söktürmem demek
O'na işkence yapmam demektir. Eğer böyle bir şey yaparsam Allahü teâlâ da bana
işkence eder. Belki gün gelir Süheyl, beğeneceğin işler de yapar. O, bir gün
öyle bir makamda bulunacak ki sen O'nu o yerde öveceksin.
......
......
Bedr'de ve yol boyunca muzaffer müslümanlar,
yüksek bir sevinç yaşarken Medine'dekiler merak içindeydi. Sevgili
peygamberimiz, Üseyl'de iken Medine'ye manevi evladı Zeyd bin Harise ile
Abdullah bin Revaha'yı haberci olarak gönderdiler. Zeyd bin Harise'ye kendi
develeri Kusva'yı vermişlerdi. Abdullah bin Revaha da başka bir deveye binmişti.
Haberciler, Medine dışındaki Akik mevkine gelince herkesi haberdar etmek
maksadıyla birbirlerinden ayrılarak şehre iki ayrı yönden girdiler. Abdullah bin
Revaha devesinin üzerinden seslendi:
- Ey Ensar müjdeler olsun! Resulullah sağ ve
selamette! Ebu Cehil, Zem'a bin Esved, Umeyye bin Halef ve daha nice müşrik ya
öldürüldü veya esir alındı. Sevinin! Allahü teâlâ, müslümanlara zafer ihsan
etti. Mekke kâfirleri perişan oldular. Kaçabilenler kendilerini şanslı
saydı...
Âsım bin Adiy, Abdullah bin Revaha'ya
dediklerini bir kere daha doğrulatmak istedi. Bu ne muazzam haberdi
böyle?
- Doğru mu bu dediklerin ya Abdullah bin
Revaha?
- Vallahi doğru söylüyorum. Nitekim Resulullah
da esirler de yoldalar. Geldiklerinde hakikati bizzat öğreneceksiniz.
Çocuklar, habercinin etrafını sarmış o ne
diyorsa aynısını tekrarlayarak sevinç gösterileri yapıyorlardı.
...şehrin diğer mahallelerinde de Zeyd bin
Harise Kusva'nın üzerinden aynı haberi veriyordu. Haberi işiten güya müslüman;
dışı müslüman içi kâfir münafıklar, kulaklarına inanamadılar. Mekke'nin o kadar
namlı reisi daha ilk çarpışmada müslümanlar tarafından nasıl öldürülebilirdi!
Hayır bu haber doğru olamazdı. Münafıklar gerek Zeyd'in oğlu Üsame bin Zeyd'e ve
gerekse Medine valisi Lübabe'ye şunu söylüyorlardı:
- Hayır! Zeyd ne dediğini bilemiyor! Eğer
haberi sahih olsa niçin Kusva ile gelmiş olsun? Belli ki Peygamber öldürülmüş; o
da üzüntüsünden böyle konuşuyor. Belki Ali ve başka kimseler de
öldürüldü.
Ebu Lübabe:
- Hayır! Ey iki yüzlüler! Diye bağırdı. Yalan
söylüyorsunuz. İslâm ordusu bu zaferi kazandı. Zeyd doğru söylüyor.
Vali, çıkışı tam zamanında yapmıştı. Yoksa bir
çok kimsenin zihni bulanmaya başlıyordu. Bu sebeple Zeyd radıyallahü anh'ın oğlu
Üsame bin Zeyd, babasından haberi bir kere daha ve hararetle sordu:
- Baba! Bu münafıklar yalan söylüyor değil mi?
Gerçek senin ve Ebu Lûbabenin dediği gibi değil mi; fevkalede bir hal yok değil mi?
- Fevkalâde bir hal olmaz olur mu oğlum! Allah
düşmanlarının sırtı yere geldi. Varolma veya yokolma kavgasını Rabbimizin
inayeti ile ümmeti Muhammed kazandı.
Üsame, zihnini çelmeye çalışan münafıka
koştu:
- Ey gerçek yüzü ortaya çıkan sahtekâr!
Peygamberimiz gelince senin kelleni vurduracağım!
Her münafık gibi o da sıkıyı görünce derhal
yön değiştirdi:
- Canım nereden bilirim. Herkes öyle diyordu.
Ben de doğru sandım.
......
......
Zafer haberinin Medine'ye ulaştığında;
çocukların habercilerin etrafında sevinç çığlıkları attığında; müminlerin
yüzlerinde huzur aydınlıkları dolaştığında; münafıkların bu huzura, bu neş'eye,
bu aydınlığa şüpheler düşürmeye çalıştığında; şehrin dışında; az ilerisinde
Hazreti Osman radıyallahü anh'ın da aralarında olduğu bir başka cemaat bir başka
işle meşguldü; evet onlar bir defin işiyle meşguldüler. Çünkü Sevgili
Peygamberimizin kızlarından; Hazreti Osman'la nikâhlanması vahiyle bildirilmiş
olan Rukayye radıyallahü anha o gün henüz yirmiiki yaşında iken dünyasını
değiştirmişti... Merhumeyi Ümmü Eymen annemiz yıkadı. Cenaze namazını ise bizzat
kocası Hazreti Osman kıldırdı. Baki kabristanında toprağa verildi; Sevgili
Peygamberimizin çilekeş ve sevgili kızı, babacığı muharebede olduğu için son bir
defa görüşemeden; fakat O'nun zafer haberinin Medine'ye geldiği gün ebediyet
yurduna geçiyordu.
Peygamberimiz, bir zafar kazanmış; fakat aynı
zamanda bir evlad kaybetmişti. En yüksek sevinçle en derin keder, aynı kalbde
aynı zamanda buluşuyordu.
......
......
Irkızzubya'ya varıldı. Ordu bir mikdar da
burada konakladı.
Irkızzubya arkada bırakılırken Resulullah
efendimiz Âsım bin Sabit radıyallahü anha:
- Ya Âsım! Ukbe bin Ebi Muaytin boynunu vur!
Emrini verdiler.
Ukbe, küstahlaştı.
- Bu kadar esir içinden niçin ben
seçiliyorum?
- Sen Allah'a ve Resulüne şiddetle
düşmansın!
- Herkese nasıl davranırsan bana da öyle
muamele et! Herkesi öldürürsen beni de öldür; herkesi serbest bırakırsan beni de
bırak; herkesten fidye alırsan ben de ödeyeyim!!!
- Ey Ukbe! Allah'ı, Resulünü ve kitabını inkâr
eden ve O Resule olmadık işkenceleri reva gören senden daha azgın bir islam
düşmanı var mı?
Bütün zalimler, zulüm imkânları kalmayınca
sefil mahluklar olurlar. Şerefsiz, haysiyetsiz, beş paralık.
İslâmiyeti yaydığı için ahir zaman Nebisi'nin
yakasına yapışıp boğmaya çalışan, evinin önünü kirleten, namazda secdeye
gitmişken omuzuna pis deve işkembesi koyan Ukbe bin Ebi Muayt, atından yere
suratı üzerine yere çakıldığından beri merhamet sömürüsü yapıyor:
- Ya Muhammed sen beni öldürtürsen çocuklarım
n'olacak!
- Ya Âsım! Vur şunun boynunu!
...güneşte parlayan kılıç, yuvalarından
fırlayacak gibi korku ile açılan gözler ve bir imansızın tozlara bulanan
kafası...
......
......
Medine'ye zafer habercilerinin
gönderilmesinden bir gün sonra Peygamberimiz, esir muhafızlarının başına kölesi
Şakran'ı kumandan tayin ederek Medine'ye yolladı...ne ibretli hadise!
Kendilerini düne kadar asilzâde gören insanlar, şimdi bir kölenin emrinde
ahalisini çiftçi diye aşağı gördükleri bir şehre elleri arkadan bağlı olduğu
halde sürülerek götürülüyorlar. Esirler, hem yol alıyor hem de bir hayretin
cevabını bulmaya çalışıyorlardı. Müminler, niçin onları dövüp sövmüyor; niçin
kırbaçlar sırtlarına inip kalkmıyordu? Şunu birbirlerine itiraf etmekten geri
kalmadılar: "Şu vaziyette yerlerimiz değişmiş olsaydı; biz onların en az
yarısını yollarda kırbaçlayarak öldürürdük.
......
......
......
Küfür ordusu, Bedr'e müslümanlar üzerine
sefere çıkınca geride kalan müşrik gençleri her gece Zi Tuva'da toplanarak
kahramanlık şiirleri okuyor, destanlar söylüyor, menkıbeler naklediyor ve
müslümanları kötülüyorlardı...gençler, her gece yaktıkları ateşin etrafında
sarhoş oluncaya kadar içiyor ve bekledikleri zaferi şimdiden kutluyorlardı.
Yükselen alev gölgeleri yüzlerinde oynaşırken; onların kopardığı kahkaha
çığlıkları, öğürtü ve böğürtüler, gecenin sessizliğini dalgalandırıyordu...ama
bir gece meçhul bir sesle titrediler. Bu sesin sahibi kimdi; ses nereden
gelmişti, nasıl işitmişlerdi? Anlayamadılar. Delikanlılarını taş gibi donduran,
çivi gibi yerlerine mıhlayan, kadehleri ellerine yapıştıran bu dehşetli ses,
müşrikleri kötülüyor ve hezimete uğrayacaklarını; boşu boşuna zafer hulyalarına
kapıldıklarını ihtar ediyordu...öyle korktular ki içlerinde bu korku yüzünden
hastalananlar bile oldu.. Ertesi gün, Mekke, gençlerin anlattığı belirsiz sesin
esrarı ile şaşkınken Haysuman bin Abdullah çıkageldi...duvarların gölgeli
serinliğine kaçmış halk, Haysuman'ı görünce yeni bir haberin ümidi ile
canlandılar...
- İşte savaşın ta ortasından gelen biri...
Durun hiç muamma çözmeye uğraşmayın! Şimdi her şeyi öğreniriz.
Haysuman yaklaşırken yaşlılardan biri
seslendi:
- Yaklaş ya bahadır! Zaferden haber ver bize!
Siz orda düşmanı cezalandırırken biz burada hasretiz tebşirinize!
...devesinden bitkince inen Haysuman bir taşın
üstüne çöküverdi...
- Sen ne diyorsun ey ihtiyar? Bırakın şimdi bu
kırık dökük manzumelerle güpegündüz zafer rüyaları görmeyi!
- Asıl sen ne diyorsun ya Haysuman? Ne rüyası?
Ordudan haber ver lafı ağzında geveleme çabuk...
- Ordu!... Hıh, Ordu!... olmayan şeyin neyini
haber vereyim size... Ordu-mordu kalmadı. Bir avuç âsiye yenildik. Bozulduk
mahvolduk!... Zafer tâcı müslümanların başında. Şerefimiz yerlerde
sürünüyor.
...Haysuman katıla katıla ağlıyor; kafasını
yumrukluyordu.
Herkes şaşkına döndü. Orada kim varsa bir an
dilsiz kesildi sanki. Adeta her şey buz tuttu; hiç bir şey kıpırdamaz oldu.
Yirmi dört saat içinde ikinci vurgunu yemişlerdi. Sessizliği Safvan bin Ümeyye
bozdu:
- Ya Haysuman! Aklın başında mı? Sarhoş
olmayasın? Veya güneş geçmiş olmasın başına?
- Mahvolduk; mahvolduk. Nerede ise Kureyşin
bütün reisleri öldürüldü. Birçok kimse de esir edildi...meselâ ya Safvan senin
baban ve kardeşin de öldürüldü...
Safvan çılgına döndü.
- Sus ey uğursuz! Kıyamet koptu de bari...sus
ey şom ağızlı...
- Bozguna uğrayanları karşılamaya gidin.
Aralarında bir çok yaralı var...
Dişler, ağızlarda asabiyetle
öğütülüyordu:
- Ah keşke kıyamet kopsaydı da bu günleri
görmeseydik! Nedir şu başımıza gelenler?
......
AnaSayfa ...................
Cilt-10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder