13 Ocak 2014 Pazartesi

SEVGİLİ PEYGAMBERİM CİLT 9

Cilt 9



SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 9


İşte bütün zamanların en büyük ve en mânâlı savaşı...küfür ve iman orduları, sür'atle birbirinin üstüne yürüyorlar. İman ordusu, üçyüzbeş kişi iken küfür ordusu, bunun üç katından fazla; dokuzyüzelli kişi... küfür ordusu, müslümanların sayı azlığına aldanıyor ve bu aldanışın verdiği emniyetle doludizgin gelmekte...iman ordusu ise yüce Allah'ın kalblerine ilham ettiği muazzam cesaret hissi ile müşrikleri az gördüklerinden onlar da düşmanın üstüne aynı sür'atle yürümekte...sanki iki dağ, yerlerinden kopmuş heybetle yekdiğerinin üstüne yürüyor.

...ama; islâm düşmanları, daha harbin başında zafer sarhoşluğu ve büyük bir dağdağa ile koşarken ilk darbeyi bir mucize ile yediler...onlar, dört koldan oklar atarak islam ordusuna doğru gelirken; bir ânda ortaya çıkan beklenmedik bir kum fırtınası, müşriklerle at ve develerinin ağız, burun ve gözlerine doldu...kum, bakır bir leğene çakıl taşı düşüyormuş gibi ses çıkarıyordu. Küfür cephesi, dehşetli kum fırtınası ile şiddetle sarsıldı. Ne olduğunu; neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek islam ordusuna hücum emrini verirken düşmana yerden aldıkları bir avuç kumu savurmuş ve dua etmişlerdi: "Yüzleri kara olsun! Allahım, kâfirlerin kalplerine korku; dizlerine titreme ver..."

...hepsi hepsi bir avuç bir şeyken şiddetli bir kum dalgası gibi düşmanı sarsan kumlar; daha doğrusu ahir zaman Resulünün mucizesi, düşmanı ta iliklerine kadar ürpertti. Kalplerini ilk "acaba" ve ilk korku hisleri yokladı...dizlerinde bir titreme duydular.

......

...dua desteği ile düşmana fırlatılan bir avuç kumla, umulan bütün fayda elde edilmişti...yalnız o bir avuç kumu çöl fırtınalarına çeviren; bir atan ve attıran vardı... Peygamberimiz, atmış; Allahü teâlâ ise attırmıştı; azı çok yapan; azıcık kumu koca bir ordu ile bineklerinin ağzına burnuna dolduran elbette Allahımızdı. Kur'an-ı Kerim bunu haber veriyor; işte: Sen atmadın; fakat Allah attı.

Mücahidler, düşmana önce ok attılar; sonra taş yağmuruna tuttular...kum fırtınası şaşkınlığını henüz atlatan islâm düşmanları, hemen ardından yeni bir şaşkınlığı yaşadılar; Müslümanlar, onları ta uzaktan taşlarla dövüyorlardı...taşlar, düşman askerleri ile at ve develerinin başına gülle gibi inmekteydi...

...kalkanları ile zor-güç korunarak üzerlerine gelmekte olan peygamber ordusuna mızraklarla hücuma geçtiler. Onların mızraklarla saldırmaları üzerine müminler de mızraklarla savaşa başladı ve bunu amansızca inip kalkan, kılıçlar takip etti... şimdi ok, kılıç, mızrak sesleri birbirine karışıyordu...ama, müslümanlar, sadece sayıda değil binek, ok, mızrak, kılıç ve kalkanda da Mekke ordusundan zayıflar. Hatta zayıf da değil; arada mukayese edilmeyecek kadar fark var...düşman, sayı ve silah üstünlüğüne sahip...mücahidler, bunlarda gayet zayıflar fakat bir şeyde emsalsiz; benzersiz üstünlüğe malikler. Onlar, imanın en yüksek noktasındalar...bir tarafta müslümanlığı daha doğduğu ân boğup yok etmek isteyen bir ordu; bir tarafta Allah askerleri; kahraman mücahidler.

Efendimiz, merkeze ve bütün orduya kumanda ediyorlar...üzerlerindeki zırhla bellerindeki kılıç, Sa'd bin Ubade radıyallahu anh'ın hediyesi. Sağ cenahın/tarafın kumandası Zübeyr bin Avvam, sol cenabın/tarafın kumandası Mikdat bin Esved hazretlerinde... İslâm ordusu, düşman karşısında mübarek bir hilâl güzelliği ile mevzilenmiş... Çarpışma olanca hızıyla devam ediyor... İslâm sancaktarı Mus'ab ibni Umeyr...düşman sancaktarları ise Mus'ab radıyallahü anh'ın kardeşi Zürare ibni Umeyr ile Nadr ibni Haris; Talha ibni Talha...

...iki ordu birbirine girip oklar havada vınlarken ibretli bir şey oldu; Hibbân bin Arika'nın fırlattığı ok, islâm saflarının ta arka taraflarında bulunan; hatta bu esnada su içmekte olan Harise bin Süraka'yı buldu...genç sahabi, düşmanla sıcak temasın ilk şehidi oldu...ancak garip olan, düşman okunun, ön saflardaki sahabileri aşarak Harise radıyallahü anh'ı vurması... demekki ecel gelince insanın safın önünde veya arkasında olması farketmiyordu... gerek bir arkadaşlarını şehid vermeleri ve gerekse şehidin ibretli ölüm şekli mücahidleri, daha da gayrete getirdi... "Allah", "Allah" haykırışları göklere yükseliyor..

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, tesirli bir konuşma ile islâm askerini coşturuyorlar:

- Ey eshabım! Sonsuz kuvvet ve kudret sahibi Allah'a yemin ederim ki her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip sebat eder ve çarpışa çarpışa şehid olursa; Cenab-ı Hak, onu mükâfaat olarak elbette cennetine koyacaktır. Bugün şehid olacakları en yüksek cennet; Cennetül Firdevs, hazır olarak beklemektedir.

Efendimizin bu müjdesini işiten Umeyr bin Humam radıyallahü anh, daha bir aşka geldi:

- Ah ne kadar güzel! Cennetle aramızda bir nefeslik mesafe kalmış...demekki cennete gitmek için bir düşman kılıcı kâfi...

Umeyr, bunları der demez, düşman saflarını yara yara ilerlemeye başladı. Bir taraftan kılıç sallıyor bir taraftan da veciz sözler söylüyordu:

- Allah'a maddi azıklarla değil; ancak razı olacağı işler ve O'nun için cihad ederek gidilir. Allah korkusu, doğruluk ve iyilikten başka her şey tükenmeye mahkumdur.

Mübarek, sanki kanı ve kılıcıyla vasiyetini yazıyordu.

......

Ensar'dan Avf bin Haris radıyallahü anh, Sevgili Peygamberimiz'e koştu:

- Ey Allahın Resulü! Kulun Rabbini hoşnud eden işi nedir?

Efendimiz:

- Bilekleri yoruluncaya kadar kılıç sallamak!

Buyurdular. Bunun üzerine Avf bin Haris, daha çevik hareket edebilmek için zırhını da çıkartarak yalın kılıç düşmanın arasına daldı.

......

......

...diğer tarafta şehidlik özlemi ile kavrulan Umeyr hazretleri, sürekli kılıç darbesi yiyordu...ama kahraman sahabi, aldığı öldürücü yaralara rağmen çarpışıyordu; ve nihayet aldığı son darbe ile çok özlediği şehidliğe kavuştu ve ruhu cennete kanat çırptı...kılıçla şehid olan ilk mücahid Umeyr bin Humam radıyallahü anh'dır.

......

Bütün islâm askeri, bu harbin ne demek olduğunu; ne mânâya geldiğini çok iyi biliyorlardı... Bu sebeple mutlaka kazanmak azmiyle çarpışıyorlardı..ama ne çarpışma; kendinden geçerek; canını hiçe sayarak yapılan bir cihad..

......

......

Ebu Cehil Amr bin Hişam ise hem savaşıyor; hem de kibirlene kibirlene fazlalığı ile övünüyordu:

- Ey müslümanlar! Harplerin bu en dehşetli gününde en yaman develer, en seçme atlar; en keskin kılıçlarla bile benimle başedemezsiniz. İyi bilin ki anam beni bugün için doğurmuş... Bir büyük yangını bugün söndürecek; inanç ve adetlerimize isyan edenleri, bugün feci cezalara çarptıracağım!!!

Zaferin Mekke ordusunda olacağına öyle inanmıştı ki...şimdiden onun hayal ve sarhoşluğu içindeydi. Bu sebeple "anam beni bugün için doğurmuş" diye şiirler söylerken zaten canavarlar gibi saldıran kâfirleri daha da azdırarak müslümanları bir an evvel imha etmek ve çabucak sonuca gitmek istiyordu.

Azgın kâfirlerden Âsım bin Ebi Avf da yırtıcı bir hayvan gibi saldırıyor ve bir taraftan da küffarı teşvik ediyordu:

-Ey Kureyş! Duracak zaman değil! İşte gün bugün! Fırsat bu fırsat! Akrabalık haklarını hiçe sayan ve milletini böleni affetmeyin. O'na bu harpten sağ kurtulmak nasib olursa bana ölüm nasip olsun!.

Bu büyük lafı ederken Ebu Dücane hazretleri ile karşılaştılar. Kılıçlar havada bir iki kere ağız ağıza geldikten sonra mübarek sahabi, ani ve seri bir hamle ile Âsım kâfirini katletti... Zırhını almaya çalışırken Hazreti Ömer, uzaktan seslendi:

- Ya Eba Dücane şimdi sırası mı? Zırhla değil düşmanla uğraşacak zaman. Bırak onu!

Zırhı bırakmıştı ki Mabed bin Vehb'in savurduğu kılıcı yere çökerek zor savuşturdu ve anında karşılık verdi. Bir bir daha derken geri geri giden kâfir, tökezleyerek bir çukura düştü. Rakibinin üzerine atlayan Ebu Dücane radıyallahü anh, kafasını kesmek suretiyle bu islâm düşmanının da canını cehenneme yolladı.

...ancak aynı anda müslümanlar, Sa'd bin Hayseme'yi kaybediyorlardı; bir kum tepesinin üstünde ve yakıcı güneş altında bir müşrikle Sa'd hazretleri nefes nefese vuruşuyorlardı. Müşrik'in kafasında miğferi ve altında cins ve çevik bir atı vardı...Sa'd bin Hayseme ise sadece çıplak bir kılıca malikti. Bu sebeple Sa'd radıyallahü anh, şehadet şerbetini içerek Allah'ın sonsuz rahmetine kavuştu.

......

Bir mü'mini öldürmenin zevkini yaşayan kâfir, atından inerek Hazreti Ali'ye meydan okudu..

- Ali bin Ebi Talib gel! Gel şimdi de seninle hesaplaşalım!

Hazreti Ali, adamı tanımamıştı ama madem ki kaşınıyordu derhal...

-Derhal ey Allah düşmanı; haydi!..

-Bileğine güveniyorsan durma!..

-Ben bileğime değil o bileği yaratana güveniyorum ey kâfir! İşte buradayım..

Müşrik, Hazreti Ali'ye doğru gelirken Ali radıyallahü anh da kendine şöyle sağlamca dövüşebileceği bir zemine bakındı, O'nun böyle çevresine bakındığını, sağa-sola bir kaç adım attığını gören düşman askeri sordu:

-Ne o kaçıyor musun yoksa?

-Biz kaçmak ne demektir bilmeyiz. Hamle et ya kâfir!

-Al öyleyse!

Hazreti Ali, kalkanını siperleyerek sindi. Bir yılan dili kadar keskin kılıç, Ali radıyallahü anh'ın kalkanına çakılıp kaldı.

Şimdi sıra büyük mücahiddeydi. "Ya Allah!" diyerek var gücüyle kılıcını savurdu. Müşrik'in zırhı omuzundan göğsüne doğru bir bez gibi yırtıldı... O demin böbürlenen Allah düşmanı, sapsarı kesilip titredi. Hazreti Ali, kâfiri öldürdüğünü sandığı dakikada baş ucunda şimşek hızıyla savrulan bir kılıcın havayı yırttığını gördü ve aynı ânda "al bu hamle de benden!" Sesini işitti ve sür'atle yere eğildi; çarpıştığı kâfirin kellesi miğferi ile beraber önüne yuvarlanmıştı. Dinsizin murdar cesedini yere seren Hazreti Hamza radıyallahü anhdı.

......

......

Kureyş ordusu bir taraftan müslümanlara hücum ederken bir taraftan da bir endişeyi yaşıyorlardı. Ya eski düşmanları Kinane Kabilesi, arkadan saldırır da Kureyş, iki ateş arasında kalırsa!.. Ancak onlar, bu tasada iken Kinane Kabilesinin, başlarında reisleri Müdliczade Süraka ibni Malik ile kendilerine yardıma geldiklerini sevinçle gördüler. Şimdi cesaret ve kibirleri bir kat daha artmıştı. Hem arkadan vurulma endişeleri bertaraf olmuş; hem de sayıları çoğalmıştı.

Süraka, daha yaklaşırken ilerden lafa başladı:

- Ey Kureyş! Sizin düşmanınız, Kinane'nin de düşmanı. Düşmanımız aynı. Biz, hasım değil dostuz artık. Zaten paylaşamadığımız ne?..

Ebu Cehil, cevap verdi:

- Ben, hep arkandan demişimdir. Süraka akıllı insandır aslında ama, bir kere öfke basmış yüreğini. O'nun için yüz vermez bize. Bugün; şimdi düşmanlıklar bitti. Şimdi Mekke'nin üstüne dostluk güneşi doğuyor. Hele şu yoldan çıkmış ıslah olmazları tepeleyelim yeni günler açılacak önümüzde Süraka...

- Yâ Eba Cehil! Ey zeki ve kurnaz insan! Ey yaşlı fakat dinç çınar! Bir bak şu manzaraya: Nerde şu bir avuç silahsız, teçhizatsız müslümanlar, nerde bizim azametli ordumuz... Coşan sel önünde tutunamayan ağaçlar gibi yıkılacaklar karşımızda, dize gelecekler.

-Ey söz ustası büyük hatip!.. Mekke 'nin soyluları burada bugün. Kinane'nin asilleri de!.. Muhammedilerin sonu geldi...kırılıp gidecekler önümüzde. Gücümüze güç kattınız. Hoş geldiniz aramıza.

......

......

......

Kahraman mü'minlerden her biri, en az üç kişi ile amansız bir mücadele veriyordu.. Silah ve insan sayısındaki büyük fark, bir ara mü'minlere sıkıntı ve tehlikelerle dolu dakikalar yaşattı. Büyük çilelerin varılmaz sabır kahramanı Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, dostlar dostu aziz arkadaşı Ebu Bekr radıyallahü anh'la birlikte çadıra geçtiler... Efendimiz dua ediyorlar; yalvarıyorlar, yalvarıyorlar, yalvarıyorlar...ya; kolları hafif yukarı ve dirsekler bükülmeden tâ ilerilere doğru uzanarak avuçlar semaya açılıyor; veya o nurlu alın toprağa değiyor... Savaş bütün harareti ile sürerken Hazreti Ali, bir imkânını bularak üç ayrı kere Resulullah'ı yoklamak için çadıra geldi ve her seferinde de O'nu alnı secdede Rabbine yalvarırken buldu...

-Ya hayyü, ya kayyüm!

Süraka ve avanesinin müşriklere yardıma gelmiş olması yetmezmiş gibi Mekke ordusunun müslümanlarla çarpışmakta olduğunu işiten Kürz ibni Cabir de kabilesi ile düşmana yardım hazırlığına başladı. Bu kuvvet de müşrik cephesinde yer alacaktı. Eğer, Kureyş kâfirleri, böyle bir yardım da alırsa müslümanların işi çok zorlaşacaktı.

......

......

Efendimiz, zaman zaman savaş meydanında zaman zaman çadırdalar. İşte şimdi yine meydanda tarihin en üyük dâvâsını; islâm dâvâsını omuzlamış kahramanlar kahramanı arkadaşlarının arasındalar. Varlıkları ve teveccühleri ile onlara kuvvet ve destek oluyorlar.

Dudaklarında hep aynı dua:

- Ya Rab! Eğer iman ehlinden şu cemaat helâk olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kul kalmayacaktır.

......

......

......

Hücum eden mücahidlerin Allah Allah sadaları, vurulan veya öldürülen kâfirlerin bağırtıları, isabet alan atların acı acı kişnemeleri, öldürücü bir darbe yiyen mü'minlerin kelimei şahadet getirmesi, vınlayan oklar, çarpışan kılıçlar, kalkana çarpan kılıçların çıkardığı sesler, kırılan kemik sesleri, devrilen at veya develer, bağrışmalar, teke tek çarpışanlar; meydan okuyanlar, atların tepelediği insanlar...bir meydan muharebesi ki kıran kırana.

Hazreti Ali, Hazreti Ömer, Hazreti Hamza, Hazreti Zübeyr bin Avvam, Hazreti Sa'd bin Ebi Vakkas, Hazreti Abdullah bin Cahş, Hazreti Ukaşe bin Muhsin, Hazreti Ammar bin Yasir, Hazreti Ebu Ubeyde bin Cerrah, Hazreti Sa'd bin Muaz ...kısacası bütün muhacirin ve bütün ensar arslanlar gibi dövüşüyorlar...

......

Sevgili Peygamberimiz, yine çadıra; yani karargâh merkezine girdiler. Yanlarında yine aziz ve sadık arkadaşları Ebu Bekr radıyallahü anh. Yine iki rekatlık bir namazdan sonra diz üstüler; yine kolları tâ ilerilere uzanmış, avuçları gökyüzüne bakıyor:

- Ya Rabbi bana vaadettiğin zaferi lutfeyle..

Allahü teâlâ'dan yardım ve zafer istiyorlar...tekrar, tekrar, tekrar yorulmadan istiyorlar...kollarını öylesine öne ve yukarı uzatmışlar ki mübarek koltukları görünüyor ve omuzlarındaki örtü usulca sıyrılarak yere yığılıyor... Hazreti Ebu Bekr, örtüyü Efendimizin omuzlarına koyduktan sonra istirham ediyorlar:

- Ey Allah'ın Resulü! Kendini bu kadar yorup yıpratma. Sana elbette imdadı ilahi gelir.. Lütfen üzülme. Senin üzülmen, hepimizi üzer.

Resulullah, o gün ümmeti için havf/korku makamında; Hazreti Ebu Bekr ise reca/ümid makamında idiler... Efendimizin kendini yoracak kadar duayla meşgul olmasının sebebi eshabı kiramda kalb kuvveti hasıl olması içindi. Zira eshabı kiram, aleyhimürrıdvan, efendilerimiz Resulullahın, indi ilahide duasının red olmayacağına iman ettiklerinden O'nu duada görmeleri ilahi yardımın geleceğine ve zaferin müslümanlarda olacağına dair ümid ve kanaatlerini takviye ediyordu.

Peygamber Efendimiz, Ebu Bekr'in bu talebini duanın kabulüne işaret saydılar ve devam etmediler. Çünkü Hazreti Ebu Bekr radıyallahü anh, sözünü tam bir ihlasla söylemişti. Allah'ın Resulü duanın kabul olduğunu buradan anladılar...kendilerini hafif bir uyku bastırdı...az zaman sonra Sevgili Peygamberimiz; göz nurumuz ve kalb dermanımız; iman teminatımız, sallallahü aleyhi ve sellem, neş'e ve tebessümle gözlerini açtılar ve bir haberi müjdelediler.

-Müjde ya Eba Bekr! Rabbim, meleklerini yardıma gönderdi, haberini verdiler.

......

......

......

Ebu Cehil ve diğer Kureyş reislerinin Süraka ibni Malik ve Kinane Kabilesi zannettikleri İblis ve şeytanlardan başkası değildi...bunlar küfür ordusuna yardıma gelmişlerdi. İblis ve şeytanların yardıma gelmeleri yetmezmiş gibi şimdi Kürz ibni Cabir de bir alay insanla Kureyş'e yardım hazırlığına başlamıştı...bunlar olurken diğer tarafta Habibullah, Hak teâlâ'dan vaad ettiği nusreti ihsan etmesi için yana yakıla yalvarıyor ve "Ya Rab! Eğer iman ehlinden şu cemaat helak olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kul kalmayacaktır" diye inliyordu.

Allahü teâlâ'nın, kâinâtı yüzüsuyu hürmetine yarattığı son ve en büyük peygamberin duasını kabul etmemesi mümkün mü? Nitekim yüce Allah, meleklere mü'minlerin yardımına koşmalarını, kendileri ile beraber olduğunu emir buyurdu. Hasımla nasıl savaşılacağını; öldürücü kılıç darbelerinin boyun ve mafsallara vurulacağını da yüce Allah öğretmişti. Zira meleklerin bu konuda tecrübeleri yoktu.

Cebrail, Mikail ve İsrafil aleyhisselamlar, alaca atlara binmiş diğer meleklerle beraber ayrı ayrı ânlarda yeryüzüne süzülmeye başladılar. Her büyük melek ve yanındakiler aniden kopan bir rüzgâr ve görünmez kılıç şakırtıları ile iniyorlardı...

Bu sırada Bedir vadisine bakan bir tepeden savaşı seyreden ve yenilen tarafın mallarından bir şeyler almak için bekleyen Gıfaroğullarından iki amca çocuğu, yanlarından ard arda üç kere şiddetli rüzgarın esmesi ve toz duman arasından sesler, kılıç şakırtıları gelmesi ve ilkinde "ileri ya Hayzum haydi!" Diye bir de haykırış duymaları üzerine birinin korkudan ödü patladı; öbürü feci şekilde korktu.

"Hayzum", Cebrail aleyhisselamın atının ismiydi ve ona komut veren de Cebrail idi...

Gökten yere doğru adeta nurdan bir yol üzerinde meleklerin atları ile akması Hakim bin Hizam'ın gözüne göründü. Görünmesi ile müşrik saflarının arka sıralarında bulunan Hakim'in çarpılmışa dönmesi bir oldu. Aklı Kureyş'le müslümanlar arasında bir çıkmaza girmişti. Çareyi kaçmakta buldu. Gizlene saklana kendini Mekke'ye attı.

Cebrail aleyhisselam mü'min saflarının önünde, İsrafil aleyhisselam ve maiyetindeki melekler, Meymene'de ve Mikail aleyhisselam ve yanındaki melekler de Meysere'de yer aldılar. Melekler, insan şeklindeydi; mü'minlere görünüyorlardı. Bir bölükteki meleklerin başlarında kızıl nur, bir bölükteki meleklerin başında yeşil nur, bir bölükteki meleklerin başında sarı nur vardı... atlarının alınlarına perçem sarkıyordu. Meleklerin bazıları savaşan mücahidlere yardım ediyor; bazıları da orada hazır bulunmaları ile müminlere mânen destek oluyorlardı.

İblis, Haris bin Hişamla el ele tutuşmuş vaziyette müşrik saflarını dolaşarak Kureyş askerlerini müslümanlara karşı galeyana getirirken Cebrail aleyhisselamın geldiğini görür görmez sür'atle Haris'in elini bırakarak şeytanlarla birlikte kaçar adımlarla uzaklaşıp kayboldu. Cebrail aleyhisselama yakalanıp rezil olmaktan korktuğu için sırra kadem basıyordu.

...ama müşrikler, hakikkaten gafil oldukları için köpürdüler:

- Ya Eba Cehil gördün mü Süraka'yı? Nasıl kaçıp gitti. Hiç Süraka bin Malik bize yardım eder mi?

- Sen de ne diller döktün O'na ya Eba Cehil! Bayağı da inanmıştık artık dost olacağına hani..

- Ahmaklık etmeyin! Sürakayı; Kinane Kabilesini yeni mi tanıyorsunuz. Maksadım okşayıcı laflarla oyalayıp meşgul etmekti. Yoksa biz O'nun ne desteğine ne dostluğuna muhtacız. Arkadan kalleşçe saldırmasına mani olmak istemiştim...bunu anlayamadınız mı yoksa?

- Şimdi n'olacak peki?

- Düşmanın müttefiki olduğu anlaşılıyor. Müslümanların işini bitirdikten sonra onları Kudeyd'de yakalarız zannediyorum. O zaman Sürakayı da emrindekileri de elimizden kim kurtaracak bakalım!...

- Belki de Muhammediler kurtarır.

- Hadi hadi, eğlenecek zaman değil. Bir tek müslüman sağ kalmayacak! Hepsini imha edeceğiz ki atalar yolundan çıkmaya bir daha kimse teşebbüs etmesin!... Vurun haydi; saldırın, vurun!!! Merhamet etmeyin vurun!!!

......

......

Peygamberimizle Hazreti Ebu Bekr, çadırın dışına çıktılar. Efendimiz, müminlerin de baş ve göğüslerine tuğ ve nişan takmalarını emrettiler. Bunun üzerine Hazreti Hamza göğsüne deve kuşu kanadı, Hazreti Ali, atların alınlarından sarkan perçemlerden bir beyaz tuğ yaptılar... Zübeyr bin Avvam başına sarı, Ebu Dücane kırmızı, Ukbe bin Amr ise yeşil bir bez bağladılar.

Müminler, meleklerin yardıma geldiğini görünce coştular. Üzerlerine gelen düşman selini yarmaya çalışıyorlardı. Melekler "dayanın; korkmayın düşman zayıf; Allah sizinle!" Diye mücahidlerin kalbine kuvvet veriyorlardı. Daha kılıçlarını savururken kâfirleri vurmaya başladılar. Buna mücahidlerin kendileri bile şaşırıyorlardı. Meselâ Ebu Davud Mazini radıyallahü anh, kaçan bir müşrikin peşine düştü ve kâfire doğru yaradana sığınarak müthiş bir kılıç savurdu...kılıcın kâfire ulaşıp ulaşmadığı belli olmadan adamın kellesi uçtu. Mübarek sahabi bir ân için onu bir başkasının öldürdüğünü sanmıştı. Halbuki melekler yardım ediyordu. Sehl bin Huneyf radıyallahü anh, da benzeri bir çok hadisenin şahidi oldu.

Müminler, Peygamber Efendimizin duası, Allahü teâlanın himmeti ve meleklerin desteği ile bir ara müşrikler karşısında içine düştükleri sıkıntılı vaziyeti atlatmayı başardılar...

Artık kâfirler kırıp geçiriliyor, esirler alınıyor, mallara ganimet olarak el konuyordu. Müminlerin bir kısmı savaşıyor, bir kısmı ganimet malları bekliyor, bazıları da Resulullahın çadırı etrafında muhafızlık yapıyordu...

Ve bir mucize daha:

Sevgili Peygamberimiz, henüz iki ordu karşılaşmadan Bedir meydanını gezerken hangi kâfirin nerede vurulup düşeceğini haber vermişse; o bahtsız, gerçekten bir mücahid kılıcı ile Efendimizin elini toprağa koyarak işaret ettikleri yere vurulup yıkılıyordu.

Müminler, ancak iman uğruna katlanılacak büyük fedakârlıklar içindeydiler. Ebu Seleme radıyallahü anh, kendi kabilesi olan mahzum oğullarına karşı; Ebu Huzeyfe radıyallahü anh, babası Utbe ve kardeşi Velid'e karşı savaşıyordu. Ama en ağır fedakârlığı Ebu Ubeyde bin Cerrah radıyallahü anh, gösterdi...küfür cephesinde yer alarak müslümanlara karşı vuruşan babası karşısına çıkınca gözünü bile kırpmadan işini bitirdi.

Bazı kahraman müminler de iki ellerinde iki kılıçla dövüşmek gibi görülmemiş ve gayet zor bir işi başarıyorlardı. Meselâ Hazreti Hamza; meselâ Mâbed bin Vehb radıyallahü anhüma. Bazı yiğitler de yaya iken bir atlı kadar canlı, çevik ve ataktı...iki elde kılıç veya bir binekten mahrum olduğu halde binekliymiş gibi çarpışmak şüphesiz ki ancak Bedr kahramanlarına layık bir üstün meziyet. Hem kırılmakla tükenmeyen; azan saldırılar, hem sıcak iklim şartları ve bu şartlarda böyle bir üstün savaş çizgisi...bu imkânsızlık ancak O'nun sallallahü aleyhi ve sellem mucizesi ile izah edilebilir.

...ve bir başka mucize daha; yerden, derinlerden gelen davul sesleri düşmana hücum nevbeti vuruyor ki bu sesler, muharebe boyunca, sonrasında ve yıllarca Bedr'de işitilecektir.

......

Çarpışma ilk başladığı sırada küfür ordusunun şımarıklarından Nevfel bin Huveylid, müşrikleri türlü cerbezeli sözlerle müslümanlar üzerine sevkediyordu. Zalimin bu gaddarlığı Efendimizin ağırına gitti:

- Allahım Nevfel bin Huveylid'i sana havale ediyorum. O'nun layıkını sen ver!..

......

Ve layıkını buldu:

...işte bir mümin; Cebbar bir Sahr, Nevfel bin Huveylid'i esir almış süre süre götürüyor. Hazreti Ali, onları gördü. Aynı ânda da esir, Ali kerremallahü vecheh'i gördü...gördü ve iliklerine kadar titredi. Çünkü bu islâm kahramanının kendilerine doğru gelişi hiç de hoşuna gitmemişti:

- Ya Cebbar kim bu gelen?

- Ali bin Ebi Talib.

- Bu adam, beni öldürmeye geliyor!

Hazreti Ali, yanlarına varır varmaz seri bir hareketle kılıcını savurdu. Nevfel'e hızla inen kılıç, korunması üzerine kalkanına saplandı; yüksek sahabi aynı hızla kılıcı çekti ve Nevfel'in bacaklarına vurdu ve yere yıkılan kâfirin kafasını kopardı...şimdi Allah düşmanı başsız kalan bir horoz gibi debeleniyordu.

Hazreti Ali karargâha; Resul aleyhisselamın yanına geldiğinde iki Cihan Serveri ortaya sordular:

- Nevfel bin Huveylid hakkında malumatı olan var mı?

- O'nun işini hallettik ya Resulallah!

- Allahü ekber! Allahü teâlâ, duamı kabul etti...ancak her kim Abbas, Talib, Akîl, Nevfel'den biri ile karşılaşırsa onu öldürmeyip esir etsin. Çünkü bunlar Bedr'e zorla getirildiler.

- Başüstüne ey Allahın Resulü! Emredersiniz.

......

...yine hızla arkadaşlarının yanına çarpışmak için koşan Peygamber damadı mübarek sahabi, Âs bin Said'i gördü. Aldığı yaraların acısı ve can havliyle uluya uluya toprağı tırnaklıyordu. Ali radıyallahü anh, bir kılıç darbesi ile bu kâfirin de canını layık olduğu yere yolladı.

Öğlene yakın saatlerde çarpışma tam bir ölüm-kalım savaşı halini almıştı. İki taraf da kazanmak için var gücü ile kavga ediyordu...müminler, şehid veriyor; küffar, ebedi felâkete sürükleniyordu...derken Ebül Yeser radıyallahü anh, Kureyş Bayraktarlarından Ebu Aziz bin Umeyr'i esir aldı.

Şimdi Kureyş'in istiklâl timsali bayrak, adi bir bez parçası gibi müslümanların ayakları altında ve bayraktarları da elleri arkasından bağlı olarak esirleriydi. Hadise müşrikleri adeta çarptı. Zaten Mekke reisleri de birer birer katlediliyordu...düşmanın şaşkınlığı giderek artmaktaydı... Nasıl olur; şu bir avuç insan, neredeyse silahsız oldukları halde karşılarında nasıl tutunabilir; nasıl dayanabilir; kendileri ile nasıl dişe diş mücadele Verebilirlerdi? Ne var ki manzara, eşit mücadele şeklini de aşmış; müslümanlar hakimiyeti ellerine almaya başlamışlardı... Bu sebeple bir tedbir olarak o gün liderleri ve başkumandanları olan Ebu Cehil Amr bin Hişam'ı gizlemeye başladılar; ama aynı zamanda cephelerinde de fire vermeye başladılar: Halid bin Âlem ismindeki kâfir bir yolunu bulup firar etti. O'nu sırasını düşürdükçe başkaları takip etti. Küffar, ard arda esirler veriyor. Adamları ard arda ölüyordu. Düşmanda şaşkınlık son haddindeydi. Mahzumoğulları, aralarından değişik kimseleri Ebu Cehil gibi giydirerek hedef şaşırtmak istediler fakat yine kaybeden kendileri oldu. Hazreti Hamza bunlardan Ebu Kays, Hazreti Ali de Abdullah bin Münzir'i Ebu Cehil'in gözü önünde katlettiler...

Ebu Cehil, homurdanıyordu:

- Aksilik, Süraka ve adamlarının firarı ile başladı. Onların firarı korkakları daha da adileştirdi. Ben bilirim Sürakaya ne yapacağımı! Hele bir Mekkeye döneyim o zaman görecek harpten kaçmak neymiş. O kaçınca bizim ödlekler de bir bir çözüldü..

- Ya Eba Cehil hani Kürz ibni Cabir de gelmedi?

- Gelmez tabii. Kurnaz adam şu vaziyette ölmeye mi gelsin.

Evet; hakimiyetin islâm ordusuna geçtiğini haber alan Kürz, Kureyş'e yardıma gelmekten vazgeçmişti...

......

......

......

Ukbe bin Ebi Muayt, Hicretten evvel Mekke'de Sevgili Peygamberimiz'e işkence yapan en taşkın kâfirlerden biriydi. Hicret üzerine fahri kâinat aleyhine bir manzume yazmıştı.

Hicret edince Mekke'den

Kurtulduğunu sanma!

Ey Kusva'nın suvarisi

Rüzgârdan hızlı atımla

Tez zamanda olacağım karşında

Mızrağıma kanınla su verecek

Kılıcımla vuracağım boynuna...

Efendimiz bu mısraları işitince:

- Allahım Ukbeyi ağzı üzerine yere çal!

Diye dua ettiler..

İşte meydanı boş bulduğunda uluorta atıp tutan bu zalim; Kureyş ordusu Bedir'de gerilemeye başlayınca kaçmaya ilk davrananlardan biri oldu...ama bindiği at, hırçınlaşarak o'nu üstünden attı. Ağzı üzerine yere çakılmıştı. Abdullah bin Seleme, yetişerek esir aldı ve esirlerin toplandığı yere götürerek muhafızlara teslim etti...

Kahramanların en büyüğü aziz mücahidler, muhacir veya ensardan şehid verdikçe yürekleri kor ateşler gibi yanıyor; azimleri artıyor; her kâfirin katlinde şevkleniyorlardı.. Hatta bazan kılıçlar bile o yiğitlere yetmiyordu... Ükkâşe bin Mıhsan, her sahabi gibi döne döne, vura vura, düşmanın üstüne gide gide dövüşüyordu. Ükkâşe hazretleri, bütün hançeresi ile "Allahü Ekber!" diye bir sayha kopararak kılıcını savurdu. Simâk bin Hareşle'nin kellesi havada helezonlar çizerek toza toprağa bulandı ama.. mübarek sahabinin kılıcı da kabzaya yakın yerden "çınn" diye koptu. O heyecanla koşulacak yere koştu:

- Ya Resulallah kılıçsız kaldım!..

...diğer her mücahid gibi yapış yapış terler ve kan içindeydi... bu kanlar ya kendi yaralarından akıyordu; veya bir şehidi alıp arka saflara taşırken bulaşıyordu veya bir islâm düşmanından sıçrıyordu...

Sevgili Peygamberimiz, yerden bir hurma dalı alarak büyük muharibe uzattılar:

- Bununla devam et...

Ükkâşe bin Mıhsan radıyallahü anh, dalı kaptığı gibi cepheye koştu...'bir hurma çubuğu ile zırhlı ve kılıçlı düşmana karşı ne yapabilirim' fikri beyninin en dip hücresinden bile geçmedi.. Karşısına çıkan ilk kâfire tâ ciğerlerinden kopup gelen bir derin ihlasla "Bismillah!" diyerek elindeki hurma dalı ile hamle yaptı... o ân sevgili Peygamberimizin büyük bir mucizesi gerçekleşti. Ükkâşe hazretlerinin düşmana savurduğu hurma dalı, daha havada iken uzun, parlak ve sırtı sağlam keskin bir kılıca dönüştü ve kâfiri cansız yere serdi.. Ükkaşe radıyallahü anh "El'avn" ismini verdiği bu kılıçla bütün gazalara iştirak etti..

Ubeyde bin Said ise gözleri hariç başdan ayağa zırh içinde olduğu halde atının üstünde övünüp duruyordu. Zübeyr bin Avvamla karşılaştı. Büyük mücahid, yaradana sığınıp öyle bir nişan aldı ki mızrağı kâfirin gözüne isabet ettirdi ve O'nu attan bir demir külçesi gibi yere yuvarladı; kâfir ölmüştü. Zübeyr radıyallahü anh, ayağıyla düşmanın kafasına basarak mızrağı ancak çekip çıkarabildi.

Bütün eshab, şu ân aynı ulvi gaye için yaşıyor veya ölüyordu: İlayı kelimetullah...bu sebeple destanların anlatmaya yetmeyeceği bir kahramanlıkla vuruşuyorlardı... Hazreti Ali, Hazreti Hamza, Ebu Dücane, Ammar bin Yasir, Zübeyr bin Avvam, Bilâl-i Habeşî, Abdurrahman bin Avf, Suheyb bin Sinan, Abdullah bin Seleme, Zeyd bin Harise, Numan bin Asr, Ebu Huzeyfe, Ubeyde bin Haris, Sabit bin Ciz, Mücezzer bin Ziyad, Muaz bin Amr, Hazreti Ömer, Yezid bin Abdullah, Harice bin Zeyd, Said bin Rebi, Ma'n bin Adiy, Numan bin Malik, Yezid bin Rukayş, Ebu Bürde bin Niyar, Ebül Yeser, Muaz bin Afra, Muavvez bin Afra, Harice bin Zeyd, Hubeyb bin Yesar, Huseyn bin Haris, Osman bin Mazun, Halid bin Bükeyr, İlyas bin Mükeyr, Sa'd bin Ebi Vakkas, Malik bin Rebia, Abdullah bin Seleme...ve diğerleri karşılarına çıkan kâfirleri cansız yere seriyorlardı.

Mücahidler, kâfirlerden bazısını da canlı olarak yakalayıp esir ediyorlardı. Aslında müşrikler zor ânlarında kılıçtan kurtulup esir olmayı artık cana minnet bilmeye başlamışlardı...ancak müminler, bu adamlardan neler çekmemişlerdi ki! Bu sebeple Resulullah'ın karargâh muhafızlarından Sa'd bin Muaz, bir kâfir esir alınarak müslümanların eline geçtiğinde "ah keşke öldürülseydi" diye içten içe hayıflanıyordu.. Sevgili Peygamberimiz sual buyurdular:

- Ya Sa'd halinde bir hoşnudsuzluk görüyorum.

- Evet ya Resulallah. Keşke elimize düşen her kâfiri katletsek! Esir olmakla canlarını kurtarıyorlar...

...tabii az da olsa müminler de kayıp; daha güzel söyleyişi ile şehid veriyorlardı...mesela düşmana "bilekleri yoruluncaya kadar kılıç sallayan" Avf bin Haris radıyallahü anh Ebu Cehil tarafından şehid edilmişti. Henüz onaltı yaşında olduğu için sefere kabul edilmeyen; bunun üzerine Peygamberimiz'den yalvararak izin alan Umeyr bin Ebi Vakkas da genç bir kartal gibi kanının son damlasına kadar vuruşmuş ve nihayet Amr bin Abdi Ved tarafından şehid edilmişdi, radıyallahü anh.

......

Meşhur Kureyş reislerinden Tuayme, Safvan bin Beyza radıyallahü anh'ı şehid etti; fakat Safvan hazretlerinin kanı yerde kalmadı. Hazreti Hamza radıyallahü anh da mübarek kılıcı ile kâfirin işini bitirdi. Ebu Cehil'in kardeşi Âs bin Hişam'ı ise Hazreti Ömer ile Yezid bin Abdullah hazretleri katlettiler. Kureyşin en mühim reislerinden bir de Ümeyye bin Halef vardı. Hazreti Bilâl'in efendisi yaşlı ve şişman adam. Bilâl radıyallahü anh'ı Allah'a ve Resulüne imandan vazgeçirmek için tandır üzerindeki sac gibi yakıcı kumlar üzerine yatırıp ağır kaya parçalarını göğsüne koyan; ağzında tükrüğün zerresi bile kalmadığı halde bir damla su vermeyen; boynuna ip takıp çocukların eline verdikten sonra Mekke sokaklarında seyirlik bir mahluk olarak gezdiren ve "ehad / Allah bir" dedikçe işkenceyi arttıran taş kalbli zalim... Bu zalim, yaşlılık ve şişmanlığını korkaklığına maske yapmak istemiş ve fakat Ebu Cehil şirretinin ağır tahrikleri yüzünden istemeye istemeye harbe dahil olmuştu... Yüce Allah, O'nu harbe dahil etmişti; çünkü başına gelecekler vardı. Bu adam ve oğlu Ali, harbin sonuna kadar dayandılar...ama ümidleri kalmayınca can tasası ile her ikisi de eskiden dostları olan Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh'a iltica ettiler...

...fakat tam o sırada Bilâl-i Habeşî radıyallahü anh'ın gözüne çarptılar. Peygamber müezzini o güzel sesi ile bağırdı:

- Ey Allah askerleri! İşte kefere ve fecerenin reisi Ümeyye bin Halef burada! İslâmın şeref ve izzeti için onu öldürünüz!!..

Muaz bin Harisle ensardan bazıları yetişip kılıçları ile bu islâm düşmanını ortadan kaldırdılar. Oğlu Ali'yi ise büyük ve çilekeş mümin Ammar bin Yasir katletti. Ali, o ân kulakları sağır eden korkunç bir çığlık kopardı. Ki işitenler birân dona kaldılar.

Savaş devam ediyor; fakat küfür ordusu ölü ve esir verdikçe yeisten kahroluyordu...

O meydan okuyan; Mekkeli muhacirleri âsi sayan; Medineli ensarı basit çiftçiler diye hor görenler, arkası arkasına anlı-şanlı arkadaşlarını kaybedince kara ruhlarında korku fırtınaları savrulmaya başladı. Bir kaç saat öncesine kadar kendilerinde kıyas kabul etmez üstünlükte görenler, şimdi 'nasıl yapar da ağır bir hezimet'ten kurtuluruz' diye düşünüyorlardı...halbuki şu meydana ne hayaller ve ne şekilde gelmişlerdi? Hesaplarına göre müslümanların önde gelenleri cezalandırılacak; diğerleri de elleri arkalarına bağlanarak süre süre esir pazarına götürülecekti...müşrikler ise hiç kimsenin burnu bile kanamadan geri döneceklerdi... Ebu Cehil, bu kahredici hesaplaşmayla kendi kendisini yiyip bitirirken asıl, müminler, O'nun işini bitirmek için fırsat kolluyorlardı. Bu meydanda her kâfiri devirmek her mümin için dünya durdukça devam edecek bir ulu şerefti ama; şereflerin en büyüğü küfrün lideri Ebu Cehil'i öldürmekti. Fakat bazı ensar O'nu tanımıyordu.

......

Bu sebeple Bedr'e yedi civanını birden gönderen o yiğit ana Afra Hatun'un çocukları Muaz bin Haris'le Muavvez bin Haris bu ölüm kalım anında Abdurrahman bin Avf'a yaklaştılar:

- Amca! Ebu Cehil'i tanıyor musun?

- Niçin sordunuz?

- O'nunla görülecek hesabımız var.

Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh güldü:

- Her müslümanın o'nunla görülecek hesabı var.

- Doğru ama bizim Rabbimize verilmiş sözümüz var. Ya onu katledecek veya bu uğurda öleceğiz.

- Bakın ta şu ileride kalabalığın etrafını çevirdiği at üstündeki yetmişlik kara kuru adam.

İki genç gösterilen hedefe doğru hızla atıldılar... Hazreti Abdurrahman çok duygulandı:

- Allahım henüz hayatlarının baharında olan bu gençleri umduklarına nail eyle.

İki kardeş kalabalığın ortasına daldı. Kılıçlar, inip kalkıyor; çarpışan çeliklerden ürpertici çınlamalar yükseliyor; bunlara insanların "ah vuruldum" feryatları ile at kişnemeleri katılıyordu. Onlar Ebu Cehil'e vurdukça muhafızlar ve Ebu Cehil de genç müminleri öldürmeye çalışıyorlardı. Mel'un kâfire bir iki darbe de Muaz bin Amr indirdi. Zalim, öldürücü yara almıştı. Ancak, Ebu Cehl'in oğlu İkrime Muaz bin Haris'i kolundan ağır şekilde yaraladı. Aynı anda Ebu Cehil de Muavvez'i şehid etti. Muaz hazretleri, kardeşinin şahadetine aldırış etmeden dehşetli mücadelesine devam ediyordu. Ve sonunda etrafındaki koruyuculara rağmen Ebu Cehil'e son darbeyi vurarak çığlıklarla yere yuvarladı...

......

......

...düşman hattı, bütün cephelerde çöktü ve panik ve kargaşa ile ric'at/geri çekilme başladı. İslam saflarının hilâl şeklindeki iki ucu kapanarak düşmanın bir kısmını esir aldılarsa da çoğunluk ne ağırlıkları varsa arkada bırakarak sür'atle Bedr'i terkediyorlardı... Mücahidler, başta Resulullah olmak üzere düşmanı bir müddet takip ettiler. Hatta Sevgili Peygamberimiz, atını Hazreti Ali'ye verdi; büyük kahraman, bozulmuş orduyu bir müfreze ile takip etti ama düşman, düğüne gider gibi geldiği Bedr'i şimdi kahredici bir ruh hali ile kaçarak terkediyordu. Hazreti Ali ve yanındakiler arkalarına bile bakmadan uzaklaşan küfür ordusunu biraz daha takip ettilerse de toz duman içinde Mekke'ye doğru ufukta eriyip kaybolan müşrikleri takipten vazgeçerek geri döndüler...

...kaçan düşmanın harp sahasından tamamen atılması ile nihai zafer kazanılmış ve islâm sancağı, kıyamete kadar bir daha inmemek üzere yükselmişti.

......

......

......

Alabildiğine bir düzlük ve çöl. Uzakta sıra dağlar. Masmavi bir gök; güneş tam tepede. Yerde telef olmuş veya yaralı at ve develer, ve kara suratlı kâfir ölüleri...yalvararak inleyen, hayatlarının bağışlanmasını isteyen, "su, bir damla su" diye sayıklayan kâfir yaralıları ...beride hasretinde olduğu rütbeye kavuşmanın tarifsiz huzurunu yaşayan nur ve gül yüzlü şehidlerimiz. O bilmediğimiz hayatta bilmediğimiz nimetlere kavuşmuş bu mes'ud şehidlerin yüzlerinde derin bahtiyarlık tebessümleri...sarı çöl; kanlar içinde şehid ve ölüler ve kanlarda şavkıyan güneş hüzmeleri. Derinlerde dâvullarla zafer gümbürtüleri. Meleklerin öldürdüğü ölüler boyun ve eklemlerindeki siyahlıklardan hemen tanınıyorlar.

......

Eshabı Kiram ile müşrikleri takipten karargâha dönen Sevgili Peygamberimiz, süal buyurdular:

- Ebu Cehil'den bir haber var mı? Ölü mü, yaralı mı, kaçtı mı?

Muaz radıyallahü anh:

- Ebu Cehili merhum kardeşim Muavvaz ile birlikte öldürdük ya Resulallah...

Hazreti Ömer, hayret etti:

- Bir yanlışlık olmasın! Biz Ali bin Ebi Talib ile O'nu öldürmüştük.

Hazreti Muaz:

- Hayır Hayır! Hatta O'nu katlederken Muavvez'i de kaybettik.

Ensar'dan Abdullah ibni Mes'ud, söz aldı:

- Ya Resulallah müsaade ederseniz meydanı bir gezeyim, ölü veya yaralı olup olmadığını şimdi öğreniriz.

Efendimiz izin verdiler.

İşte, biraz evvel insan, deve, at, ok, gürz, kalkan ve kılıç seslerinin birbirine karıştığı meydan...O velvelenin, o gulgulenin yerini şimdi derin bir sessizlik almıştı. Abdullah ibni Mes'ud, çöle serilmiş ölü ve yaralıları tek tek yokladıktan sonra aradığı şahsı buldu. Evet; Ebu Cehil Amr bin Hişam; Kureyş kabilesinin bu mühim siması, müşriklerin lideri işte âciz bir şekilde can çekişiyordu. Aziz sahabi, bir ayağı ile islâmın amansız düşmanı baş kâfirin göğsüne bastı ve eliyle sakalından tutarak sarstı:

- Heyy! Sen Ebu Cehil değil misin?

- Evet; ben Ebu Cehilim. Ama sen o yüksek yerde ne arıyorsun ey koyun çobanı! Unutma ki çıktığın yer yalçın bir dağdan daha sarptır.

- Ey mel'un! Cehennemi boylamak üzeresin ama hâlâ kibir nutukları atıyorsun.

- Keşke o göğse Yesribli bir köylü değil de bir Mekke'li çıksaydı.

- Hâlâ mı büyüklenme?

- Zafer hangi tarafta?

- Elhamdülillah ki müslümanların.

- Yaa! Demek öyle!... Git Muhammed'e deki: Bugüne kadar O'na düşmandım. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!

Abdullah ibni Mes'ud'un cevabı, ayağı altında zelil ve hakir bir şekilde acılar çeken korkunç kâfirin yüzüne kırbaç gibi indi:

- Alçak! Kafanı keseceğim senin! Hem de yıllarca belinde gururla taşıdığın şu kendi kılıcınla keseceğim!

- Bari omuzuma yakın yerden kes ki başım heybetli görünsün.

- Zebaniler heybet neymiş şimdi gösterirler sana kibir putu! Al bakalım!!!!

Mübarek sahabi, bir hamlede Ebu Cehil'in kafasını gövdesinden ayırdı. Murdar vücut, kafası koparılan bir horoz gibi bir-iki çırpınıp debelendikten sonra kaskatı kesildi. Yıllarca Allah Resulü ile eshabına olmadık eziyetler çektiren koca zalim, dünyadan yıkılıp gitmişti. Hem de ne ibretle! Kendini beğenmiş ve mağrur Ebu Cehil, ayağa kalktığında ancak oturan bir babayiğidin yüksekliği kadar boyu olan Abdullah ibni Mes'ud'un ayağı altında şerefsiz bir şekilde ve kendi kılıcı ile ...

Aziz sahabi, Ebu Cehl'in zırhını, kılıcını ve bir ipe takarak sürüte sürüte getirdiği kafasını İki Cihan Sultanının mübarek ayakları dibine bıraktı...kafa kan, toz topraktan tanınmaz haldeydi.

- Ya Resulallah! İşte Allah düşmanı Ebu Cehlin başı!..

- La ilahe illallah! Ey Abdullah ibni Mes'ud! Bunun Amr bin Hişam'ın başı olduğuna dair kendisinden gayrı ilâh olmayan Allah'a yemin eder misin!..

- Evet ya Resulallah! Kendisinden gayrı ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki mübarek ayaklarınız dibindeki bu baş Ebu Cehil'e aittir.

Sevgili Peygamberimiz azgın bir şakînin islâm yolundan çekilmiş olmasından dolayı memnun oldular; iki rek'at şükür namazı kıldıktan sonra sonsuz hamdlere layık olana yöneldiler:

- Allah'a hamd-ü senalar olsun ki kuluna yardım etti; dinini üstün kıldı, buyurdu ve devam etti, Allahım vaadini yerine getirdin; hakkımdaki nimetini tamamla...

...ve İbni Mes'ud ve bir kısım eshabla beraber Ebu Cehlin cesedinin bulunduğu yere gittiler.

Amansız islam düşmanının ölüsü üzerine gelince:

- Ebu Cehil, bu ümmetin fir'avnı idi, dediler ve seslendiler:

- Ey Allah düşmanı! Allah'a hamdolsun ki seni zelil ve hakir etti.

......

......

Böylece savaş, öğlen sıralarında müslümanların mutlak zaferi ile noktalanmıştı.

Efendimiz tekrar karargâha döndüler ve şehidlerin, ölülerin, yaralıların, esirlerin ve ganimet mallarının tesbitini emrettiler.

Cebrail aleyhisselâm ve diğer melekler izin isteyerek gittiler.

......

......

Müslümanlar, Bedr meydanında büyük islâm davası uğruna ondört şehid vermişlerdi. Bu ondört kişinin altısı muhacirinden sekizi ensardan idi...

Şehid muhacirler:

Mihca, Ubeyde bin Haris, Züşşimaleyn bin Abdi Amr, Akıl bin Bükeyr, Safvan bin Beyza ve onaltı yaşındaki gencecik Umeyr bin Ebi Vakkas.

Şehid Ensar:

Hârise bin Süraka, Sa'd bin Hayseme, Mübeşşir bin Abdülmünzir, Umeyr bin Hümam, Rafi bin Mualla ve analar anası Afra hatun radıyallahü anha'nın goncaları Yezîd bin Haris, Avf bin Haris, Muavvez bin Haris.

...aziz şehidler al kanlı elbiseleri ile yan yana dizilmişlerdi. Yüzlerine sanki pembecik pembecik cennet gülleri yansıyordu; ferah, aydınlık, huzurlu rahmetullahi aleyhim ecmain.

Kâinatın Sultanı, mübarek şehidlerin önünde durdular. Sahabiler de arkada safa geçtiler. Az evvel omuz omuza savaştıkları arkadaşlarının şimdi cenaze namazını kılıyorlar. Efendimiz tekbirler getiriyor; cemaat tekrarlıyor...

Namazdan sonra yan yana ondört cennet bahçesi açıldı ve aziz naaşlar toprağa emanet edildiler... Onlar ne bahtiyar insanlar ki islâmiyet uğruna en kıymetli varlıklarını; canlarını verdiler. Cenaze namazlarını Allahın Resulü ve Allahın yeryüzündeki arslanları kıldılar... Onlar ne seçilmiş insanlar ki vasıfları Bakara suresi yüzelli dördüncü ayeti ile anlatıldı: Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyiniz. Hayır, diridirler. Fakat siz farkında olmazsınız...

......

Tabiatiyle bir çok da yaralı mücahid mevcuttu. Meselâ Zübeyr bin Avvam radıyallahü anh. Hayli yarası vardı; ama en derini boynundakiydi. Bu yaraya parmak rahatlıkla girebiliyordu.

......

......

Ensar'dan Harise bin Süraka'nın Bedr'de genç yaşta hayatını kaybettiği haberi Medineye annesi Rubeyde Hatun'a gelince yiğit ananın tavrı merak mevzuu oldu. Acaba ölüm haberi, cahiliyet döneminde olduğu gibi O'na saç baş yoldurup hüngür hüngür göz yaşı döktürecek miydi? Soylu ana dedi ki:

- Benden cahiliyet zamanının alışkanlıklarını beklemeyin. Şimdi evlat kaybetmenin acısını kalbime gömüyorum. Resulullahın avdetini bekleyeceğim. Şayet Harise şehid olarak cennetlik olmuşsa elbetteki gözümden tek damla yaş sızmayacak; şükür secdesine varacağım. Ama ruhunu imansız olarak teslim etmişse; bu gözlerin şu dünyayı görmesine artık lüzum kalmaz. O zaman kanlı göz yaşları ile ağlayacağım.

......

......

İman ordusunun ondört kaybına karşılık, küfür ordusu yirmidördü Kureyş reislerinden olmak üzere yetmiş ölü ve ayrıca yetmiş de esir vermişlerdi. Müslümanların eline geçen ganimet ise yüzelli deve, otuz at, çok miktarda kırmızı kadife, kılıç, ok, mızrak, yay, gürz gibi savaş aletleri, ev eşyası, elbise ve benzeri şeylerdi.. Ganimet Emirliğine Abdullah bin Ka'b tayin edildi. Yetmiş müşrikten onaltısını Ali rahmetullahi teâlâ aleyh hazretleri, öldürdü. Beş kişinin de öldürülmesinde diğer eshaba yardım etti. Beş kişiyi Hazreti Hamza radıyallahü teâlâ anh öldürdü. Dört müşriki de Ammar bin Yasir rahmetullahi teala aleyh katletti. Ammar bin Yasir anne ve babası ile ilk imana gelenlerden. Bu sebeple küfrün ilk azgın dalgaları bunlara; ilklere çarptı... Çok işkence gördüler. Annesi Sümeyye Hatun işkence altında iken "İslamdan dön!" baskılarına "hayır!" dediği için Ebu Cehil tarafından süngü ile vurularak hunharca şehid edilmişti..ilk şehidimiz bir anne; evlâdlar, annelerden çoğalır. Sanki Sümeyye radıyallahü anha sonraki şehidlere manevi anne oldu da asırlar boyu çoğaldılar; çoğalacaklar.

......

Hazreti Ebu Bekr'in oğlu Abdurrahman ise kılıçtan kurtulmuştu. Şimdi kılıçtan; günü gelince de eshabdan olarak cehennemden...

......

Büyük kumandan Sevgili Peygamberimiz Kureyş reislerinden yirmidört ölünün Kalib denilen taşla örülü kör kuyulardan birine atılmasını emrettiler. Sürüterek çeke çeke kuyuya ilk atılan koca gövdeli Utbe bin Rebia oldu. Efendimiz, Ebu Huzeyfe'nin yüzüne baktılar. Babasının berbat akıbeti O'nu sarartmıştı. Halbuki Ebu Huzeyfe, O'nun hep imana geleceğini bekliyordu. Müşrikler, bir bir kuyuya dolduruldular. Umeyye bin Halefse zırhının içinde şişmişti. Zırhtan çıkartılmaya çalışılınca etleri dağılmaya başladı. Bu sebeple o'nu olduğu yerde bırakarak üstüne taş-toprak yığıldı.

...İslâmiyeti yok etmek için saldıranların kendileri yokolmuştu... Sevgili Peygamberimizle Hazreti Ebu Bekr, koca kâfirler, kuyuya atılırken savaş alanını geziyorlardı. Peygamberimiz, sürekli hamd ediyorlar: "Allah'a hamdolsun ki bana olan vaadini yerine getirdi"..

......

......

Harp artığı müşrikler, Mekke'ye vardıklarında Sürakayı az kalsın parçalayacaklardı:

- Ya Süraka başımıza gelenler hep senin yüzünden!

- Ne! Benim yüzümden mi? Ben ne yapmışım ki!

- Daha ne yapacaksın? Eğer savaş meydanından kaçmasaydın Mekke ordusu bozguna uğramayacaktı.

- Kim? Ben mi?

Kalabalık Sürakayı bunaltıyordu.

- Elbette sen!

- Emin olun ki ben Bedr'e gelmedim. Hatta sizin gittiğinizi bile nice zaman sonra işittim.

Süraka şeklinde görünenin iblis; diğerlerinin de şaytanlar olduğunu nasıl bilebilsinlerdi?

......

......

İslâm ordusu, Bedr'de savaştan sonra üç gün daha kaldı.

Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, son gece ay ışığının çölü gündüz gibi aydınlattığı bir sırada müşriklerin atıldığı kuyuya doğru yürüdüler. Eshab da peşinden yürüdü. Fakat, Allah Resulü'nün nereye gittiğini tahmin edemediler... Merakları, Efendimizin, müşrik ölülerinin dolu olduğu kuyu başına gelmesine kadar devam etti. ...kuyudaki ölüleri tek tek, isim isim sayarak hitap buyuruyorlar:

- Ey Ebu Cehil Amr bin Hişam! Ey Utbe bin Rebia! Ey Şeybe bin Rebia! Ey Nevfel bin Huveylid! Ey Huzeyfe bin Ebi Huzeyfe... Siz, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavimdiniz. Siz beni yalanladınız; başkaları doğruladı. Siz beni evimden ve yurdumdan ettiniz; başkaları bana destek oldular. Siz benimle savaştınız; başkaları beni size karşı korudu. Siz Rabbinizin size vâd etmiş olduğu azaba kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin bana vaad ettiği yardım ve zafere kavuştum!

Eshabı kiram, Sevgili peygamberimizi hayretle takip ediyorlardı. Zira böyle bir hadiseyi ilk defa yaşıyorlardı. Hazreti Ömer sordu:

- Ya Resulallah! Ruhsuz cesetlere, kokmuş leşlere mi sesleniyorsunuz?

Peygamberimiz, arkadaşlarına dönerek buyurdular ki:

- Muhammed'in varlığı kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitici değilsiniz! Ancak onlar cevap veremezler.

Eshab, iliklerine kadar ürperdi.. Bu ne müthiş hakikatti böyle?

......

......

Üçüncü gün olunca develerini istediler; yol ihtiyaçları deveye yüklendi. Hareket emrini verdiler.

...ordu derhal ve kısa zamanda hazırlandı. Bu üç gün içinde yaralar sarılmış yorgunluklar atılmıştı. Aslında müslümanlar, zafer sevinciyle yorgunluk ve yaraların farkında bile değillerdi... Onlar; o yüksek kahramanlar, İslâm nimetinin külfetini işkenceler, zulümler, hakaretler görerek veya bu uğurda hayatlarını vererek ödediler... Vazifeli eshabın muhafazası altında olan müşrik esirlerini Hazreti Hamza, sıkı sıkıya ve kaçmalarına mani olacak şekilde bağladı.

Ordu, Useyl'e doğru hareket etti..."ah keşki Medine'ye geldikleri gibi yine eksiksiz dönebilselerdi." Ama bu mümkün mü? 'Hiç bir dâvâ yoktur ki şehidi ve çok üzüleni olmasın'. İşte dünya durdukca duracak olan hakikat. İslâm dini ise dâvâların en mukaddesi. Bedr'e kadar çok üzüntüler yaşandı; çok üzülenler oldu. Bedr'de ise bu dâvâ şehidlerini de verdi.

Eshabı kiram, şehidliğin önünde dualarını okuyup uzaklaşırken kalblerini yine de aziz arkadaşlarının ayrılık alevi şöyle bir kavurup geçiverdi.

......

Useyl, hayli uzun bir vadi. Vadi ortalandığında akşam olmak üzereydi. Efendimizin emriyle gecenin burada geçirilmesi kararlaştırıldı. Akşam namazı kılıp, bir şeyler yendiğinde vakit yatsıyı bulmuştu. Sevgili Peygamberimiz,

- Bu gece bizi kim bekleyecek? Diye sual buyurdular. Birisi karanlıkta ayağa kalktı. Şanlı Peygamber O'na:

- Sen kimsin, dediler.

- Zekvan bin Abdikays ya Resulallah!

- Otur, buyurdular.

Peygamberimiz, suali tekrarladılar:

- Bu gece bizi kim bekleyecek?

Bu defa başka birisi, ayağa kalktı. Efendimiz ona:

- Sen kimsin? Dediler.

- Abdi Kaysın oğluyum.

- Sen de otur.

Üçüncü bir şahıs kalktı. Resulullah ona da sordular:

- Sen kimsin?

- Ebu Seb, ya Resulallah...

Bir mikdar durduktan sonra Resulullah efendimiz:

- Üçünüz birden ayağa kalkınız, emrini verdiler.

Sadece Zekvan bin Abdikays ayağa kalktı. Peygamberimiz:

- Diğerleri nerede? Buyurdular.

Zekvan radıyallahü anh:

- Ya Resulallah her üç suale de cevap veren bendim, dedi..

Efendimiz, Zekvan hazretlerinin, bu hizmet etme aşkına çok memnun oldular ve hayır duada bulundular:

- Allah da seni muhafaza etsin.

...o gece Zekvan radıyallahü anh'dan gayrı daha başka müslümanlar da nöbet tuttular. Bunlardan biri de Ebu Katade radıyallahü anh'dır. Efendimiz, sabahleyin bu mübarek sahabiye de dua ettiler.

- Allahım! Bu gece Ebu Katade, senin Resulünü koruduğu gibi sen de O'nu koru.

......

Useyl'de ordu istirahate çekildi... Uzakta gece böcekleri sonu gelmez bir telaşın içindeler. Yakında nöbetçilerin ayak sesleri ve dertli esir iniltileri. Ay yükselmiş ve etrafı halelenmiş halde. Yıldızlar cıvıl cıvıl. Mücahidler, derin bir uykudalar...fakat hassas ve ince kalbli mübarek Peygamberin mübarek gözleri uykuyu kabul etmiyor. Herkes uykudayken Resulullah uyuyamıyor. Böylece hayli zaman geçmişti ki Sevgili Peygamberimizin uyuyamadığı nöbetçilerden birinin dikkatini çekti:

- Anam-babam sana feda olsun ey Allahın Resulü. Niçin uyumuyorsunuz?

- Abbas inliyor...

Hazreti Ömer, sıkı şekilde bağladığı için Abbas bin Abdülmuttalib, derinden derine inliyordu. Nöbetçi, hemen esirlerin arasına gitti ve Abbasın bağlarını gevşetti. Bu nöbetçi biraz sonra yine Resulullahın yakınından geçerken sordular:

- Abbasın sesi neden kesildi?

- Bağlarını gevşettim ya Resulallah...

- Öyleyse diğer esirlerin de bağlarını gevşetin, buyurdular...

...Ve ondan sonra uyuyabildiler.

......

Useyl'den hareket edilmeden evvel esirler Resulullah'a takdim edildi.

Nerede büyüklenip duran; Peygamber'e savaş açan cengaverler? Şimdi şu yüksek huzurda başları önlerinde suçlu suçlu bekleşenler o yiğitler mi?

Esirler'den biri de Abbas. O iri-yarı, güçlü-kuvvetli Abbas'ı zayıf ufak-tefek bir mücahid yakalamıştı. Bazı kimseler meraklarını yenemeyip sordular:

- Ya Abbas seni esir alan yarı cüssende, ona nasıl yakalandın?

- O zayıf adam, üstüme gelirken bana Handeme dağ gibi göründü.

Eşsiz sabır timsali aziz Peygamber, Nadr bin Haris zalimini görünce O'nu uzun uzun süzdüler... Nadr, Allah'ın nuru ile dolu bu nazardan son derece rahatsız oldu ve yanındaki diğer esire fısıldadı:

- Beni öldürtecek. Bakışlarından bunu sezdim. Evet beni öldürtecek, dedi ve Mus'ab bin Umeyr'i aracı koymak istedi:

- Ey Mus'ab! Senle akraba olduğumuzu unutma! Bana farklı muamele yapılmasın. Diğer esirlere nasıl muamele edilirse bana da aynı muamele yapılsın. Peygamberin, beni öldürme kararında. Buna mani ol!..

Hazreti Mus'ab cevap verdi:

- Akraba olmamızın sen kâfir kaldıkça hiç bir kıymeti yoktur. Bana nasıl iltimas teklif edersin? Bugün merhamet dilendiğin Peygambere de O'nun dinine de hakaretler eden sen değil miydin ey korkak?!

Can derdine düşen ödlek kâfir, Hazreti Umeyr'i duymak istemiyordu.

- Diğer esirlere eman verilirse bu hak bana da tanınmalı...

- O hükmü Allah ve Resulü verir.

...ve hüküm verildi:

Sevgili Peygamberimiz, yiğitler yiğidi hazreti Ali'ye emrettiler:

- Vur şunun boynunu!

Derhal habisin kafası gövdesinden ayrıldı. Nadr bin Haris, Hazreti Mıkdat'ın esiri idi. Mıkdat radıyallahü anh bu netice ile ileride fidye alma şansını kaybetmiş oluyordu. Olsun ne çıkarki bundan! En yüksek Nebi'nin bereketli duası olduktan sonra:

- Allahım! Mıkdat'ı fazlı kereminle zengin et...

......

Ertesi gün ikindi namazını müteakiben Useyl terk edilerek yola çıkıldı.

Medine'ye doğru yürüyüş devam ediyor.

Safra Boğazı geçildi. Seyer adlı kum tepesinde dalları ile çevreyi kucaklayan ulu bir ağacın altında konakladılar...

......

Enfal suresinin kırkbirinci ayeti ile Peygamberimizin ganimet mallardan beşte bir hisse alabilmesine izin verilmişti:

- Biliniz ki, kâfirlerden ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin muhakkak beşte biri Allah içindir. O da Resule ve O'nun akrabasına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir; eğer siz Allah'a iman etmiş ve o hak ile batılın ayrıldığı Bedr günü, o iki ordunun birbiriyle çarpıştığı gün kulumuza (Hazreti Peygambere) indirdiğimiz âyetlere iman etmişseniz. Allah, her şeye kadirdir.

...Yüce Allah, peygamberine önceki Nebi ve Resullerden farklı olarak düşmandan zorla alınan ganimet maldan hisse alma imtiyazı veriyordu. Ki Sevgili Peygamberimiz, öbür Peygamberlere göre kendisine tanınan beş farklı mazhariyeti şöyle sıralıyorlar:

- Bana düşmanın kalbine korku salma kaabiliyeti verildi, bütün yeryüzü benim için mescid kılındı; bana sözün bütün imkân ve kudretini kendinde toplayan Kur'an verildi; ganimet malı bana helâl kılındı; bana şefaat makamı verildi ki bu beş şey benden önceki Peygamberlere verilmemişti.

...kılıçla kazanılan mallar, bu ağacın serin gölgesinde harbe iştirak eden bütün kahraman mücahidlere, mübarek şehid evladlarına ve aralarında Hazreti Osman radıyallahü anh'ın da olduğu Bedr'den izinli sekiz sahabiye taksim ediliyor... Kahraman Peygamber, Ebu Cehl'in devesini kumandan hakkı/safiy olarak kendileri aldılar. Ve Hudeybiye Umresine kadar bu deve ile gazalara çıktılar. Ganimet bölüştürülürken Münebbih bin Haccac'a ait olan Zülfikâr ismindeki kılıç da Sevgili Peygamberimizin payına düştü. Efendimiz, bu meşhur kılıcı zaferde büyük emeği olan Hazreti Ali radıyallahü anh'a hediye ettiler. Böylece harbe bizzat iştirak edenler, karargâhta nöbet tutanlar ve ganimet malları bekleyenlerin tamamına pay verildi. Sa'd bin Ebi Vakkas radıyallahü anh arz etti:

- Ya Resulallah! Kuvvetlilere de, zayıflara da ganimet dağıtmaktasınız...

Efendimizin buyurdukları dünya durdukça bir altın kaide olarak pırıldayacak:

- Zaferiniz zayıfların duası bereketiyle değil mi?

......

Esirler için o âna kadar vahiy gelmediğinden Resulullah eshabı ile istişare ederek bir karara varmayı arzu buyurdular:

- Ya Eba Bekr esirleri ne yapalım?

Diğer sahabiler dikkat kesildiler.

- Ey Allahın Nebisi. Bunlar en nihayet bizim akrabamız. Bize kurtulmak için fidye ödesinler, derim. Alacağımız fidye ile biz kuvvetleneceğiz; onlar zayıflayacaklar. Bakarsınız zamanla onlar da hidayete kavuşurlar.

Efendimiz, Hazreti Ömer'e sordular:

- Ya Ömer sen ne dersin? Fikrin nedir?

- Ya Resulallah; ben, Ebu Bekr'le aynı fikirde değilim... Esirleri öldürelim. Düşmandan fidye kabul etmeyelim. Hatta akrabam olanların boynunu vurmam için bana; Abbas'ın boynunu vurmak için kardeşi Hamza'ya, Akîl'in boynunu vurmak için kardeşi Ali'ye lütfen müsaade buyurunuz. Böylece islâm düşmanlarına karşı ne kadar kararlı olduğumuz herkes tarafından anlaşılmış olur.

Allahın Resulü, bir zaman sükût edip bir şey söylemedikten sonra, bazı insanların yumuşak; bazı insanların sert tabiatlı olduklarını ifade buyurdular ve Ebu Bekr radıyallahü anhın halinin, İbrahim aleyhisselâm ile İsa aleyhisselâm; Ömer radıyallahü anh'ın halinin ise Nuh ve Musa aleyhisselâmlara benzediğini anlattılar ve devam buyurdular:

- Esirlerden fidye alınacaktır.

O esnada Abdullah ibni Mes'ud heyecanlanarak söze karıştı:

- Sehl bin Beyza bu karardan istisna edilmelidir. Çünkü o müslümandır. Ben müslüman olduğuna şahidim.

Sevgili peygamberimiz söze susarak karşılık verdiler. Abdullah ibni Mes'ud, ânında hatasını farkederek bin pişman oldu. Ne yapmıştı? Bu nasıl konuşmaydı öyle. O kadar korktu; Resulullah'ı incitmiş olma ihtimalinden öyle sıkıldı ki gökten üzerine taş yağmasından endişe etti... Neyse ki merhamet Sultanı da:

- Evet; Sehl bin Beyza hariç.

Buyurdular da Abdullah ibni Mes'ud azıcık nefes alabildi. Sehl bin Beyza, gerçekten Mekke'de iken imana gelmişti. Ancak bunu müşriklerden saklıyordu. Bedr'e kendisini zorla getirmişlerdi. O da göstermelik dövüşmüş ve bir ân evvel esir olmuştu.

Esirlerden Süheyl bin Amr bir punduna getirip kaçtıysa da en kısa zamanda yakalandı. Süheyl, Kureyşin iyi hatiplerindendi. Üst dudağı yarıktı. Sevgili Peygamberimiz aleyhinde konuşmalar yapardı. Hazreti Ömer radıyallahü anh dedi ki:

- Ya Resulallah lütfen müsaade ediniz şunun iki üst dişini sökeyim de bir daha hiç bir yerde sizi karalamasın.

- Ya Ömer! Bu esirin dişlerini söktürmem demek O'na işkence yapmam demektir. Eğer böyle bir şey yaparsam Allahü teâlâ da bana işkence eder. Belki gün gelir Süheyl, beğeneceğin işler de yapar. O, bir gün öyle bir makamda bulunacak ki sen O'nu o yerde öveceksin.

......

......

Bedr'de ve yol boyunca muzaffer müslümanlar, yüksek bir sevinç yaşarken Medine'dekiler merak içindeydi. Sevgili peygamberimiz, Üseyl'de iken Medine'ye manevi evladı Zeyd bin Harise ile Abdullah bin Revaha'yı haberci olarak gönderdiler. Zeyd bin Harise'ye kendi develeri Kusva'yı vermişlerdi. Abdullah bin Revaha da başka bir deveye binmişti. Haberciler, Medine dışındaki Akik mevkine gelince herkesi haberdar etmek maksadıyla birbirlerinden ayrılarak şehre iki ayrı yönden girdiler. Abdullah bin Revaha devesinin üzerinden seslendi:

- Ey Ensar müjdeler olsun! Resulullah sağ ve selamette! Ebu Cehil, Zem'a bin Esved, Umeyye bin Halef ve daha nice müşrik ya öldürüldü veya esir alındı. Sevinin! Allahü teâlâ, müslümanlara zafer ihsan etti. Mekke kâfirleri perişan oldular. Kaçabilenler kendilerini şanslı saydı...

Âsım bin Adiy, Abdullah bin Revaha'ya dediklerini bir kere daha doğrulatmak istedi. Bu ne muazzam haberdi böyle?

- Doğru mu bu dediklerin ya Abdullah bin Revaha?

- Vallahi doğru söylüyorum. Nitekim Resulullah da esirler de yoldalar. Geldiklerinde hakikati bizzat öğreneceksiniz.

Çocuklar, habercinin etrafını sarmış o ne diyorsa aynısını tekrarlayarak sevinç gösterileri yapıyorlardı.

...şehrin diğer mahallelerinde de Zeyd bin Harise Kusva'nın üzerinden aynı haberi veriyordu. Haberi işiten güya müslüman; dışı müslüman içi kâfir münafıklar, kulaklarına inanamadılar. Mekke'nin o kadar namlı reisi daha ilk çarpışmada müslümanlar tarafından nasıl öldürülebilirdi! Hayır bu haber doğru olamazdı. Münafıklar gerek Zeyd'in oğlu Üsame bin Zeyd'e ve gerekse Medine valisi Lübabe'ye şunu söylüyorlardı:

- Hayır! Zeyd ne dediğini bilemiyor! Eğer haberi sahih olsa niçin Kusva ile gelmiş olsun? Belli ki Peygamber öldürülmüş; o da üzüntüsünden böyle konuşuyor. Belki Ali ve başka kimseler de öldürüldü.

Ebu Lübabe:

- Hayır! Ey iki yüzlüler! Diye bağırdı. Yalan söylüyorsunuz. İslâm ordusu bu zaferi kazandı. Zeyd doğru söylüyor.

Vali, çıkışı tam zamanında yapmıştı. Yoksa bir çok kimsenin zihni bulanmaya başlıyordu. Bu sebeple Zeyd radıyallahü anh'ın oğlu Üsame bin Zeyd, babasından haberi bir kere daha ve hararetle sordu:

- Baba! Bu münafıklar yalan söylüyor değil mi? Gerçek senin ve Ebu Lûbabenin dediği gibi değil mi; fevkalede bir hal yok değil mi?

- Fevkalâde bir hal olmaz olur mu oğlum! Allah düşmanlarının sırtı yere geldi. Varolma veya yokolma kavgasını Rabbimizin inayeti ile ümmeti Muhammed kazandı.

Üsame, zihnini çelmeye çalışan münafıka koştu:

- Ey gerçek yüzü ortaya çıkan sahtekâr! Peygamberimiz gelince senin kelleni vurduracağım!

Her münafık gibi o da sıkıyı görünce derhal yön değiştirdi:

- Canım nereden bilirim. Herkes öyle diyordu. Ben de doğru sandım.

......

......

Zafer haberinin Medine'ye ulaştığında; çocukların habercilerin etrafında sevinç çığlıkları attığında; müminlerin yüzlerinde huzur aydınlıkları dolaştığında; münafıkların bu huzura, bu neş'eye, bu aydınlığa şüpheler düşürmeye çalıştığında; şehrin dışında; az ilerisinde Hazreti Osman radıyallahü anh'ın da aralarında olduğu bir başka cemaat bir başka işle meşguldü; evet onlar bir defin işiyle meşguldüler. Çünkü Sevgili Peygamberimizin kızlarından; Hazreti Osman'la nikâhlanması vahiyle bildirilmiş olan Rukayye radıyallahü anha o gün henüz yirmiiki yaşında iken dünyasını değiştirmişti... Merhumeyi Ümmü Eymen annemiz yıkadı. Cenaze namazını ise bizzat kocası Hazreti Osman kıldırdı. Baki kabristanında toprağa verildi; Sevgili Peygamberimizin çilekeş ve sevgili kızı, babacığı muharebede olduğu için son bir defa görüşemeden; fakat O'nun zafer haberinin Medine'ye geldiği gün ebediyet yurduna geçiyordu.

Peygamberimiz, bir zafar kazanmış; fakat aynı zamanda bir evlad kaybetmişti. En yüksek sevinçle en derin keder, aynı kalbde aynı zamanda buluşuyordu.

......

......

Irkızzubya'ya varıldı. Ordu bir mikdar da burada konakladı.

Irkızzubya arkada bırakılırken Resulullah efendimiz Âsım bin Sabit radıyallahü anha:

- Ya Âsım! Ukbe bin Ebi Muaytin boynunu vur! Emrini verdiler.

Ukbe, küstahlaştı.

- Bu kadar esir içinden niçin ben seçiliyorum?

- Sen Allah'a ve Resulüne şiddetle düşmansın!

- Herkese nasıl davranırsan bana da öyle muamele et! Herkesi öldürürsen beni de öldür; herkesi serbest bırakırsan beni de bırak; herkesten fidye alırsan ben de ödeyeyim!!!

- Ey Ukbe! Allah'ı, Resulünü ve kitabını inkâr eden ve O Resule olmadık işkenceleri reva gören senden daha azgın bir islam düşmanı var mı?

Bütün zalimler, zulüm imkânları kalmayınca sefil mahluklar olurlar. Şerefsiz, haysiyetsiz, beş paralık.

İslâmiyeti yaydığı için ahir zaman Nebisi'nin yakasına yapışıp boğmaya çalışan, evinin önünü kirleten, namazda secdeye gitmişken omuzuna pis deve işkembesi koyan Ukbe bin Ebi Muayt, atından yere suratı üzerine yere çakıldığından beri merhamet sömürüsü yapıyor:

- Ya Muhammed sen beni öldürtürsen çocuklarım n'olacak!

- Ya Âsım! Vur şunun boynunu!

...güneşte parlayan kılıç, yuvalarından fırlayacak gibi korku ile açılan gözler ve bir imansızın tozlara bulanan kafası...

......

......

Medine'ye zafer habercilerinin gönderilmesinden bir gün sonra Peygamberimiz, esir muhafızlarının başına kölesi Şakran'ı kumandan tayin ederek Medine'ye yolladı...ne ibretli hadise! Kendilerini düne kadar asilzâde gören insanlar, şimdi bir kölenin emrinde ahalisini çiftçi diye aşağı gördükleri bir şehre elleri arkadan bağlı olduğu halde sürülerek götürülüyorlar. Esirler, hem yol alıyor hem de bir hayretin cevabını bulmaya çalışıyorlardı. Müminler, niçin onları dövüp sövmüyor; niçin kırbaçlar sırtlarına inip kalkmıyordu? Şunu birbirlerine itiraf etmekten geri kalmadılar: "Şu vaziyette yerlerimiz değişmiş olsaydı; biz onların en az yarısını yollarda kırbaçlayarak öldürürdük.

......

......

......

Küfür ordusu, Bedr'e müslümanlar üzerine sefere çıkınca geride kalan müşrik gençleri her gece Zi Tuva'da toplanarak kahramanlık şiirleri okuyor, destanlar söylüyor, menkıbeler naklediyor ve müslümanları kötülüyorlardı...gençler, her gece yaktıkları ateşin etrafında sarhoş oluncaya kadar içiyor ve bekledikleri zaferi şimdiden kutluyorlardı. Yükselen alev gölgeleri yüzlerinde oynaşırken; onların kopardığı kahkaha çığlıkları, öğürtü ve böğürtüler, gecenin sessizliğini dalgalandırıyordu...ama bir gece meçhul bir sesle titrediler. Bu sesin sahibi kimdi; ses nereden gelmişti, nasıl işitmişlerdi? Anlayamadılar. Delikanlılarını taş gibi donduran, çivi gibi yerlerine mıhlayan, kadehleri ellerine yapıştıran bu dehşetli ses, müşrikleri kötülüyor ve hezimete uğrayacaklarını; boşu boşuna zafer hulyalarına kapıldıklarını ihtar ediyordu...öyle korktular ki içlerinde bu korku yüzünden hastalananlar bile oldu.. Ertesi gün, Mekke, gençlerin anlattığı belirsiz sesin esrarı ile şaşkınken Haysuman bin Abdullah çıkageldi...duvarların gölgeli serinliğine kaçmış halk, Haysuman'ı görünce yeni bir haberin ümidi ile canlandılar...

- İşte savaşın ta ortasından gelen biri... Durun hiç muamma çözmeye uğraşmayın! Şimdi her şeyi öğreniriz.

Haysuman yaklaşırken yaşlılardan biri seslendi:

- Yaklaş ya bahadır! Zaferden haber ver bize! Siz orda düşmanı cezalandırırken biz burada hasretiz tebşirinize!

...devesinden bitkince inen Haysuman bir taşın üstüne çöküverdi...

- Sen ne diyorsun ey ihtiyar? Bırakın şimdi bu kırık dökük manzumelerle güpegündüz zafer rüyaları görmeyi!

- Asıl sen ne diyorsun ya Haysuman? Ne rüyası? Ordudan haber ver lafı ağzında geveleme çabuk...

- Ordu!... Hıh, Ordu!... olmayan şeyin neyini haber vereyim size... Ordu-mordu kalmadı. Bir avuç âsiye yenildik. Bozulduk mahvolduk!... Zafer tâcı müslümanların başında. Şerefimiz yerlerde sürünüyor.

...Haysuman katıla katıla ağlıyor; kafasını yumrukluyordu.

Herkes şaşkına döndü. Orada kim varsa bir an dilsiz kesildi sanki. Adeta her şey buz tuttu; hiç bir şey kıpırdamaz oldu. Yirmi dört saat içinde ikinci vurgunu yemişlerdi. Sessizliği Safvan bin Ümeyye bozdu:

- Ya Haysuman! Aklın başında mı? Sarhoş olmayasın? Veya güneş geçmiş olmasın başına?

- Mahvolduk; mahvolduk. Nerede ise Kureyşin bütün reisleri öldürüldü. Birçok kimse de esir edildi...meselâ ya Safvan senin baban ve kardeşin de öldürüldü...

Safvan çılgına döndü.

- Sus ey uğursuz! Kıyamet koptu de bari...sus ey şom ağızlı...

- Bozguna uğrayanları karşılamaya gidin. Aralarında bir çok yaralı var...

Dişler, ağızlarda asabiyetle öğütülüyordu:

- Ah keşke kıyamet kopsaydı da bu günleri görmeseydik! Nedir şu başımıza gelenler?

......

AnaSayfa ................... Cilt-10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder