Cilt 5
SEVGİLİ
PEYGAMBERİM
CİLT 5
Nübüvvetin beşinci yılı.
Zulme dur durak yok. Küfür, insafsız
yangınlar, azgın dalgalar gibi mü'minlerin ve bilhassa arkasız mü'minlerin
üstüne geliyor. İnkar cephesi için artık hayatın bir tek maksadı kalmamıştır;
İslamiyeti yer yüzünden silip süpürmek. Onlara göre bir kimse Muhammedi olmakla
putperestleri karşısına almış ve kendilerine harp ilan etmiş oluyor. birinin
müslüman olduğunu öğrenmeye görsünler; aman Allahım, o ne vahşi tablolar!Aç
kurtlar misali saldırıyorlar. Bütün mesele dayanmak, tahammül etmek... Ne kadar,
nereye kadar, hangi güne kadar? Azap, işkence, zulüm, zulüm, zulüm.
Buna bir çare bulmalı; bir çıkış yolu aramalı.
Acaba mir müddet için bile olsa Mekke'den gurbete mi göçseler?
Bir gurup mazlum sahabi, Resuller Resulünün
muhteşem huzurlarındalar. Çektiklerini edebin en yüksek hali ile arzediyor;
Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, birşeycik buyurmadan
dinliyorlar... Sızlanmalar, dert yanmalar kendilerine malum olmasına rağmen
tekrar tekrar büyük üzüntülerle anlatılıyor. Nihayet aziz arkadaşları, büyük; en
büyük sahabi Hazret-i Ebu Bekir, radıyallahü anh, devreye girme zaruretini
duydular.
Ey Allah'ın Resulü! Kafirlerin, Hatib bin Amr
bin Abd-i Şems'e yaptığı işkenceleri görseydin bu arkadaşlarımızın dileklerini
zarurete binaen kabul ederdin...
Hazret-i Ebu Bekir'in bu ricası üzerine
Resululalh hicret izni verdiler.
Mekke'den, o ana-baba yurdundan sırf dinlerini
korumak, ibadetlerini yapabilmek için ayrılma zahmetine giren bu garip ama eşsiz
sahabiler, yine arz ettiler:
-Ya Resulallah! Hangi memlekete gidelim;
nereyi tevsiye buyurursunuz?
Mü'minler, sevinçle karışık bir keder
içindeydiler. Bir tarafta vahşi işkencelerden kurtulma ümidi, bir tarafta şanlı
Peygambere hasret ve gurbet çilesi... Mübarek elleri ile Habeşistan; yani
bugünkü Etiyopya'yı, Kızıldeniz'in batı tarafını gösterdiler... Eshab-i Kiram
sevindi. Çünkü işaret buyurulan yer hem yakın, hem de Mekke ile aynı iklim
kuşağında. Gidenler intibak zorluğu çekemiyecekler.
On erkek ve dört kadın, Habeşistan'a gitmek
için gizlice hazırlandı. bunlar:
Osman bin Affan ve Sevgili zevceleri peygamber
kerimesi Rukiyye binti Resulullah-ki Rukiyye radıyallahü anha'nın da hicret
kafilesine dahil edilmesini server-i alem, Osman radıyallahü anha'a emir
buyurdular;
Ve Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rabia ve zevcesi
Sühlet binti Süheyl, Zübeyr bin Avvam, Mus'ab bin Amr, Abdurrahman bin Avf, Ebu
Selem't-ibni Abdülesad ve zevcesi Seleme binti Umeyye, Osaman bin maz'un, Amir
bin Rebia ve zevcesi Leyla binti Ebi Hayseme, Ebu Sabret't-ibni Ebi Rahim, Hatib
bin Amr bin Abd-i Şems, Haris bin Süheyl ve muhacirlerin sağlıkla menzile
vardıkları haberini getirmek için kendilerine refakat eden Esma binti Ebi Bekr,
radıyallahü anha...
Hazret-i Osman, radıyallahü anh, ve eşi
Rukiyye, Lut Peygamber'den bu tarafa küfrün elinden başka diyara göçen ilk aile.
Bu sebeple buyurulan Hadis-i Şerif:
-Osman ve benim kızım, Lut aleyhisselam'dan
sonrra hicret eden ilk karı-kocadır.
Muhacirler, kimsenin gözüne çarpmadan, kimseyi
şüphelendirmeden sağ salim Kızıldeniz sahiline vardılar. Gerileyip gerileyip
uysal bir at gibi ayaklarına kadar gelen dalgalar:
-"Çok çektiniz. Büyük imtihan verdiniz. Binin
sırtımıza sizi rahat günlere taşıyalım" diyordu; diyor gibiydi. Deniz, ufuklara
kadar çağırıyor insanı. Hür ve huzurlu zamanlar, bu ufkun hemen arkasında. Fakat
bu sırada bir aksilik oldu. Birden Nevfel binti Muaviye, devesi ile önlerine
dikildi... devedeki adam, soran gözlerle bakışlarını tek tek yüzlerde
gezdiriyor. Ciddi ve şüpheci. Mü'minlerin yüreği çarpınan bir kuş gibi. Ama
dıştan aldırışsız ve soğukkanlılar.
Adam, devesinde şöyle bir doğrulduktan sonrra
sordu:
-Nereye gidiyorsunuz böyle?
Bu iki kelime, keskin bir nişancının ard arda
fırlatıp tahtaya kapladığı iki yaman bıçak gibi sessizliği ortasında
kesmişti.
Düşmana hile caiz. Harp hiledir. Harpte
düşmana yalan yine o harbin taktiklerinden bir taktik. Hemen
cevaplandırdılar:
-Denizde bir gemi parçalanmış onu satın almaya
niyetlendik.
Nevfel, pek tatmin olmadı. Tatmin olmadığı
için de umre niyeti ile gittiği Mekke'de şüphesini müşriklere açtı... Kureyş'in
arasında hemen mbir panik koptu.
-Aman, dediler, bir ekip hemen ardlarından
yetişip yakalasın. Gemi falan yalan. Onlar, bizden kaçan
müslümanlardır.
Gerçekten silahlı bir gurup kureyşli, vakit
kaybetmeden Kızıldeniz sahiline vardılar.... muhacirleri yakalayacaklarına,
onları bu defa öyle beter işkencelerden geçireceklerine inanmışlardı ki kumasalı
boş bulunca beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Kıyı boyunca aşağı yukarı
koşturdularsa da görünen hiç bir şey yoktu. Sahile vuran dalgalar, "ahmaklar",
"ahmaklar" der gibi sert ve alaylı.
Allahü teala, kendi aşkı uğruna vatanlarından
ayrılma fedakarlığına katlanan mü'minlerin işlerinde kolaylık yaratmış, onlar,
uygun deniz ve uygun havayla sal üstünde kısa zamanda Afrika yakasını
bulmuşlardı. Kızıldeniz'in Asya sahillerinde tepinen kafir atlıları yumrukları
ile boşluğu döve döve öfke içinde Mekke'ye döndüler.
Bu sırada Habeş kralı, "Necaşi" isminde bir
hırıstiyandı. Mekke'den gelen bir kafile müslümanın, ülkesine sığındığını haber
alınca iltica sebeplerini araştırdıktan sonra emniyetlerinin sağlanması için
görevlilere emir verdi... Mü'minler, rahat ve huzur içinde hiç kimse karışmadan
ibadetlerini yapabiliyorlar...
Bu esnada Mekke'de Vennecm Suresi indi.
kahraman Peygamber, bu sureyi Kabe'de müşriklerin hazır olduğu bir zamanda
okumaya başladı. Ağır ağır, tek tek okuyordu. İki ayeti kerime arasında bir
miktar bekliyorlardı ki, anlamı zihinlere tam olarak yerleşsin. Yüce Allah,
şöyle buyuruyordu:
-Doğan ve batan yıldızlar hakkı için sizin
sahibiniz Muhammed aleyhisselam, asla dalalet ve hatada olmadı. O, kendi
nefsinden söz söylemez. Onun kelamı Kur'an-ı Kerim'dir. O'nun din işinde sözü
ancak Allahü teala'dan gelen vahiydir. bu vahyi O'na çok kuvvetli olan Cebrail
aleyhisselam getirmiştir ki, kanadıyla ve haykırmasıyla nice şehir ve milletleri
yerle bir etmiştir. Lat ve Uzza ve Menat ismindeki putlara ibadet edersiniz.
bunların kudretleri nedir ki Allahü tealayı bırakıp onlara
taparsınız?
Surenin okunması bitince Sevgili
Peygamberimiz, secdeye vardılar.
Kafirler de secdede. Hatta kendini
beğenmişleri bile yerden bir miktar topratk alıp alınlarına sürerek güya secde
etmiş oluyorlar... Garip! Hem de çok garip. Kafirler can düşmanları ile birlikte
secdeye varsınlar. nasıl olur?
İzahı şöyle: Efendimiz, kafalara tam olarak
yerleşsin de unutulmasın diye ayet aralarında bir miktar durarak yavaş yavaş
okuyordu ya? İşte ütün sır burada. Şeytan; o lanetlenmiş mahluk, bu duraklardan
yararlanarak müşriklerin kulağına sanki Resulullah söylüyormuş gibi şu sözleri
duyurdu:
-Putlar uludur. Onlardan şefaat
beklenebilir...
Allah düşmanları, sözü efendimizin söylediğine
inanarak sevindier ve o yüzden yere kapandılar. Ve kendi aralarında toplanan
kafirlerin vardığı karar:
-Muhammed ilahlarımızı tanıdı ve dinimizi
kabul etti. Zaten biz de rızık verenin, öldürenin ve diriltecek olanın Allah
olduğunu biliyoruz. Lakin putlarımız da şefaatçidir. O, bugüne kadar bunu
reddediyordu. Bundan dolayı kendisine düşmandık, bu yüzden intikam alıyorduk.
Ama madem ki şimdi gerçeği kabul ediyor. Biz de bundan böyle ne o na, ne
yolundakilere hiç bir sıkıntı vermiyeceğiz. Artık sulh dönemi başlamıştır.
Şimdiden sonra barış içinde yaşayacağız.
Şeytanın hilesini müşrikler böyle ahmakça bir
yoruma bağlamışlardı. Ortalıkta şu asılsız söz dolaşmaya başladı: "Muhammed
aleyhisselamla, kafirler barış andlaşması yapmışlar!!!"
Velid bin Mugire, teminat vermek için
Resulullah'a geldi:
-İnandığın yolda selametle yürü. Bundan sonra
sana dokunmayacağız. Belki yardım bile edebiliriz.
Peygamberimiz, hayret ettiler. putperestler
niçin yumuşamışlardı ki?
Cebrail aleyhisselam, gelerek olup bitenleri
ayrıntıları ile nakletti: Sevgili Peygamberimiz, şeytanın kendi sözlerini ayeti
kerimenin arasına katmasına çok üzüldüler. Yüce Allah, Habibi üzülmesin diye
yine Cebrail aleyhisselamı yolladı:
-Senden önce gönderdiğimiz şeriat sahibi
Resuller ve onları takipçisi Nebiler, ayet-i kerime okumak veya bir şey konuşmak
arzuladıkları vakit şeytan, o Peygamberin sözüne de bir şeyle, katardı. Cenab-ı
Hak, ilahi kelamla Şeytani sözü birbirinden ayırır; sonra kendi ayetlerini hüküm
ve isbat eder. Allahü teala, insanların hallerini bilici ve hükmünü icra
edicidir...
Allah'ın Resulü, teselli bulup rrahatladılar
ve bu defa yeni gelen bu ayet-i kafirlere duyurdular. Putperestler, bunun
üzerine:
-Demekki Muhammed, ilahlarımızın Allah yanında
yüksek dereceleri olduğunu ikrar ettiğine pişman oldu. Bu sulh andlaşmasını
bozmak demektir. Öyleyse biz de barıştan vazgeçtik. O ve yolundakiler yine
düşmanımızdır. Açıkça ilan ediyoruz!
Mekke'de bütün bunlar olup biterken
Habeşistan'a göçen müslümanlar ne yapıyor acaba? Onlar rahatlar. Necaşi iyi bir
ev sahibi. Fakat bu asılsız muahede söylentisi da oralara kadar uçtu. bunu
işiten muhacirler:
Öyleyse dediler,biz de vatanımıza avdet
edelim.Buraya putperestlerin dayanılmaz eziyetlerinden kurtulmak için
göçmüştük.Madem ki sebep ortadan kalktı biz de gidelim.
Hakikaten döndüler.Ama şayianın yalan olduğunu
ancak Mekke'ye geldiklerinde öğrenebildiler...İş,işten geçmişti.
Varsın geçsin.
Allah'ın takdiri ne ise elbette o tecelli
edecektir.
......
39
"En'am suresinin 22.ayetinde:"Bir ölü iken
kendisini dirilttiğimiz;O'na insanların arasında yürüyebileceği bir nur
verdiğimiz kişi"diye övülene nice selam ve nice gıpta ve nice hürmetler
olsun.
Safa Tepesin'i görüyoruz.Bir gurup
insan,toplanmış bir puta tapınıyor ve yalvarıyorlar.Ey tanrımız bize bol
nimetler ver,şöyle şöyle kötülüklerden koru gibi. Taptıkları put Velid'in. Yani
öyle garip bir tanrı ki bir de sahibi var. Peygamberimizin hizmetçisi Abdullah
İbni Mes' ud hazretleri de orada ve onları uzaktan seyrediyor...koca koca
adamlar,kendilerinden geçmiş halde putun önünde tuhaf hareketler içindeler. Ayin
yapıyorlar. Gülünç ve insan haysiyeti için iğrenç manzara. Ahmaklığın en net
karikatürize edilmiş tablosu; küfrün tiyatroluk fotoğrafı.
Abdullah ibni mes'ud, radıyallahü anh, birden
efendisini görüyor. Evet O geliyor;büyük kurtarıcı ahenkli adımlarla
yaklaşıyorlar.Tehlike,tuzak,ihanet onları durduramıyor.O, mübarek elleri ile
dalalet perdesini aşağı çekip şu zavallı mahlukları, küçüklükten insanlık
seviyesine yüceltmek;yani müslüman olmalarını gerçekleştirmek için büyük
davetini bir kere daha tekrarlayacak.Ne derlerse desinler,tavırlar,
kabulleri,öfkeleri hangi çap ve hangi buudda olursa olsun davet
tekrarlanacaktır...
Efendimiz,başlarında, adamlar,ürkek,şaşkın ve
küstah. Emir, en çarpıcı kelimelerden kurulu bir davet cümlesi:
-Ey Kureyşliler "La ilahe illallah"
deyiniz!...
Küfrün beyninin tam ortasına indirilen bir
balyoz. Yani: Yanılıyorsunuz, Halık'ınız olan ilah, Velid'in bu tahta parçası
değil; ezeli ve ebedi olan Allah'dır. Mesajın anlamı bu. Söz, müşriklerin
arasına bir dinamit gibi rüşmüştür. Gururları yaralandı ve nefsleri kabardı..
Velid başı çekiyor. Ebu Cehil'e dönerek:
-Ne dersin şunu bir güzel mahçup edeyim
mi?
-İstediğini yapmakta serbestsin!
Velid, bir tırmarhanelik tip gibi putunu
boynuna asarak Resuller sultanı'nın karşısına dikildi. Mağrur ve
edepsiz:
-Sen bize her zaman ne diyordun? "Allah,
insana şah damarından daha yakındır" değl mi? Bak işte benim tanrım bana ne
kadar yakın. Herkes onu görmekte, Peki senin Rabbin hani? Haydi sen de onu
göstersene!
Sevgili Peygamberimiz, bu sersem mantıklı çok
bilmişe karşılık vermeyi lüzumsuz gördüler. Velid, bir cevap alamayınca savaştan
gelen mağrur bir kahraman edasıyla yoldaşlarının arasına döndü. Putu tekrar
karşılarına dikerek, ayini sürdürdüler... bu defa dilekleri kan
kokuyordu:
-Ey tanrımız! Şu Muhammed'in ettiği yetti
artık. bak sana bile sataşıyor. Herhaled onu öldürmekten başka çare kalmadı. Bu
dileğimiz için bize yardımcı ol...
Peygamberimizi, Velid'in kuru ağaç parçasına
ispiyonlayan putperestlerin sözleri bitince bir kafir cinni, nice zamandır
beklediği fısatı bulur bulmaz hemen bunu kullandı. Putun içinden "izin
veriyorum. Katledebilirsiniz. Ben de yardımcı olurum" diye sesler işitilmeye
başlandı. Kafirler, şaşkın ve sevinçli. Şaşkınlar, çünkü tanrılarından daha
evvel bir şey duymuş değiller. Sevinmelerinin sebebiyse yakarışlarının güya
kabul görmüş olması. Hace-i Kainat ve mübarek hizmetçileri de putun dediklerini
duydular. Efendimiz, Abdullah ibni Mes'ud'u da alarak üzüntülü bir halde geri
döndüler. Abdullah ibni Mes'ud, radıyallahü anh, ancak eve vardıklarında sormaya
cesaret edebildi:
-Ya Resulullah puttan gelen sesleri siz de
işittiniz mi?
Aziz Peygamber, sallallahü aleyhi ve sellem,
meyus bir halde iken daha evvel böyle bir sualle incitmek
istememişdi.
-Evet; O, putların içine girerek halkı
Peygamberlerin katline teşvik eden bir cinnidir. Ama daha evvel hangi cinni bunu
yaptıysa sonunda helak olmaktan kurtulamadı.
.........
Aradan epeyce zaman geçmişti. Bir gün Sevgili
Peygamberimiz, Abdullah ibni Mes'ud'la birlikte oturuyorlar. Aniden bir selam
işittiler. Peygamberimiz selamı aldı ama hizmetçileri kimseyi göremiyor.
Oratılakta olan biri yok. Abdullah ibni Mes'ud radıyallahü anh'ın şaşkınlığı
devam ederken insanların ve cinnilerin Peygamberi, sallallahü aleyhi ve sellem,
meçhul sese sordular:
-Gök ehlinden misin, yer ehlinden
misin?
-Cinniyim.
-Niçin geldin?
-Musır isminde bir kafir cinninin bir putun
içine girerek müşriklerin zatı alinize ziyan vermesi için onları teşvik ve
tahrik ettiğini ve sizin de bundan üzüldüğünüzü işittim. Haberi aldığımdan beri
bu dinsizi arıyordum. Nihayet O'nu yine Safa Tepesi'nde yakaladım; ve bir kılıç
darbesi ile canını cehenneme yolladım... Yarın aynı tepeye gelerek müşrikler,
putlarına tapınırken onları hak dine çağırmanızı istirham ediyorum. Siz, onları
Allah yolunda davet ederken ben de Velid'in putuna girer ve sözlerinizi tasdik
ederek sizi ve islam dinini överim. Böylece dostlarınız sürurlanır;
düşmanlarınız üzüntüden kahrolur...
-İsmin ne senin?
-Semhec.
-Sana aha güzel bir isim vermemi ister
misin?
-Hangi ismi ya Resulallah?
Sevgili Peygamberimiz:
-İsmin "Abdullah" olsun,
buyurdular:
Cinni, kendisine bir peygamberin hele son ve
en büyük Resul'ün bizzat ad vermiş olmasına o kadar çok sevindiki.
Peygamberimiz ve İbni Mes'ud, radıyallahü anh,
ertesi sabah Safa'ya gittiler. Puta tapıcılar orada ve putlarına kulluk etmekle
meşguller... Allah'ın Resulü onları tekrar tevhide ve islam dinine çağırıyor.
Efendimizin sözleri üzerine kafirler, inat ve nisbet olsun diye putlara secde
ederek yalvarmaya başladılar:
-Ey tanrımız bize Muhammed'i ve O'nun dininin
kötülüğünü anlat; O'nu mahcup et!
Puttan sesler gelmeye başladı. Ses, efendimizi
öven bir kaside okuyor. Şiir bitti. Bu defa islamiyeti düzgün bir arapça ile
methetmeye başladı. Abdullah, vazifesini çok güzel yapıyordu.
Güruh, önce şaşırdı sonrra gazaba geldiler. Bu
nasıl tanrı ki Muhammed'i yüceltiyor. O'nu şiirler ve güzel sözlerle kendilerine
övüyor?
-İşte bu da Muhammed'in ayrı bir
sihri!
...der demez tanrılarını paramparça ettiler.
Söz dinlemeyen yaramaz bir tanrının sonu işte böyle olurdu. Zavallı ağaç
parçasını iyice kırdıktan sonra kainatın Seyyidine saldırdılar; bazısı
tartaklıyor, bazısı taş atıyor; mübarek saçları darmadağınık oldu. Adamlar
kudurmuş. Ağızları köpük içinde. Biri de düşünemiyor ki "Biz Muhammed'in sahri"
diyoruz ama bu nasıl ilah ki sihrin tesirinde kalarak ne diyeceğini
şaşırıyor?
İnsanlığın en metin ve en sabırlısı, şu bir
çift sözden gayri hiç bir şey demediler:
-Ey kureyşliler siz bana vuruyorsunuz ama; ben
sizin peygamberinizim!
Bunak yaşta bir putperest, ucu sivri demirli
bir değneği sevgili Peygamberimiz'in mübarek karnına saplamak üzereydi ki
ihtiyarın "kütt" diye eli kırıldı... Sürü, şaşkın halde donup kaldı.
Peygamberimiz ve hizmetçisi aralarından geçip gittiler.
......
Hamza!!.
Namlı bir insan. Herkesin sayıp çekindiği
birri. Güçlü-kuvvetli pehlivan yapılı bir bahadır. iyi ok çekip mükemmel kılıç
kullanıyor. Ava düşkün. Vaktinin çoğunu da avlanarak geçiriyor. Puta
tapıcıların, Resulullahı hırpaladığı gün O, yine çölde ceylan peşindeydi.
Sürmeli gözlü bir ceylanın oradan oraya sekerek kaçışları kendisini haylice
yormuştu ama av ihtirası hayvanı kovalamaktan caymasına mani oluyordu. Bir yere
geldiler ki ceylan artık kaçamaz oldu. Hayvancık nefes nefese olduğu yerde durdu
ve Yüce Allah'ın izni ile dile geldi:
-Ey Hamza; sen benimle uğraşıyorsun ama
üzerime çevirdiğin o oku şu anda yeğenini öldürmek isteyenlere çeksen herhalde
daha hayırlı bir iş yaparsın!
...dedi. Hamza'nın şaşkın bakışlarına ve iki
yanına salınan ellerine aldırmadan bir sıçrayışta kaçıp canını
kurtardı...
Avcı ise başına gelenden ürkmüş halde karışık
bir kafa ile evine döndü. Aç olduğunu; yemek çıkarmalarını söyledi. Hanımı O'na
yemeğini hazırlarken aniden gözlerinden yaşlar boşandı. Hamza, hayret dolu
bakışlarla soruyor:
-Hayırdır; niçin ağlıyorsun?
-Hiç sorma!.. Muhammed'i çok fena dövdüler.
Yüzü gözü kan içinde, insan insana böyle muamele eder mi?
Hamza'nın tüyleri diken diken oldu. Az sonra
kopacak bir fırtına gibi.
-Ebu Talib neredeydi?
-Hayvanları kırlara götürmüştü.
-Ya Ebu Lehep!
-O mu? Ah o, ah o! "Öldürün şu yalancı
sihirbazı" diyerek saldırganları kırıştırıyordu. Düşmandan beter bir
amca?
-Peki Abbas'a n'oldu?
-Ellerinden kurtarmak için haylı uğraştı
ama...
Hamza, yemeği bir kenara iterek öfkesinden
hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve:
-O'nun intikamını almadıktan sonra yiyip içmek
bana haram olsun!
Diyerek acele zırhını giydi, kılıcını kuşandı,
atına atladı ve yayı elinde olduğu halde bir yel gibi Safa Tepe'sini buldu. Ucuz
kahramanlar henüz dağılmamışlardı. Hamza'nın gelişi dikkatlerini çekti. Bir anda
yüzleri donuklaştı. Bütün bakışları ile O'nu izliyorlar:
-Eğer, dediler, önce gelip bizi selamlar sonra
tavafa giderse korkacak bir şey yok.Ama ilkin tavafa yönelirse bu öç almak için
geldiğini simgeler...
Hamza, yanlarından hışımla geçerek tavafını
yaptı ve az sonra çakmak gözler ve dağ gibi bir heybetle önlerine
dikildi.
-İnsafsızlar sizi! Vallahi o sırada burada
olsaydım hepinizi gebertirdim!!! Muhammed'i kim dövdü?
Şeytan zekalı Ebu Cehil, hemen lafın önüne
geçti:
-Ben!
Hamza derhal atını O'na doğru sürerek elindeki
yayı baş kafirin kafasına indirirken bir taraftan da:
-Böyle müstesna bir insana yaptıklarınızdan
hiç mi utanmıyorsunuz? Sizi alçak reziller sizi. Eğer O'nun dedikleri suçsa işte
ben de Müslümanım ve buradayım! Var mı bir diyeceğiniz?..
Kimse bir şey diyemiyordu. Çünkü O'ndan ciddi
şekilde korkarlardı... Ebu Cehil'in kafası birkaç yerden yarılmış
kanıyordu.
Ses-soluk çıkmayınca Hamza, tekrar atını
mahzumladı. Cins arap atı, az sonra görünmez oldu. Hamza, geldiğinde Alemlerin
efendisi bir kenarda yüzünü Kabe'ye dönmüş olarak düşünceli bir halde
oturuyordu.
-Esselamü aleyke sevgili yeğenim!
Peygamberimiz, selamı aldıktan sonra hüzünle
konuştular:
-Bu şahıs terket ki kimsesizdir. Ne pederi, ne
amcası, ne kardeşi, ne arkadaşı, ne de bir destekçisi var.
Mukaddes insan, böylece amcasına sitem
ediyordu. Önce yakın akrabasın'n müslüman olması lazım gelmez miydi?
Hamza teselli etmek için:
-Üzülme! Sana zulmeden Ebu Cehil'in başını bir
kaç yerinden yardım, düşmanlarını sindirdim. intikamın alınmıştır.
-Beni Hak Peygamber olarak gönderen Allah için
söylüyorum ki kılıcınla bütün müşrikleri katletsen; vücudun da baştan aşağı kana
bulanmış olsa kelime-i şahadet getirmedikçe bu yaptıkların Allah indinde hiç
makbul olmaz.
Hamza, duyduklarından irkilmiş olarak ve biraz
da müdafaa kabilinden:
-Müsterih ol. Artık sana
ilişemezler.
-Amca! Sen iman etmedikçe ben müsterih olamam.
İman etmen yeğenin için alacağın önceden daha üstündür.
Hamza onun yanına otururken lafı
değiştirdi:
-Kureyş arasında bir söz dolaşıyor. Gökten
sana bir kelam inmiş ki hayli çekiciymiş. kimden öğrendin onları?
-Hiç kimseden. Onlar Rabbim'in
sözleri...
-Biraz okusan...
Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve
sellem, Ha-Mim suresinin başından bir kaç ayet okudular...
-Efendimiz sustuklarında Hamza:
-Buradan anlaşılıyor ki, senin Rabbin "La
ilahe illallah" diyenleri affediyor; doğru anlamış mıyım?
-Evet.
-Galiba bunu söyleyenlerin pişmanlıklarını da
kabul ediyor?
-Doğru.
-"La ilahe illallah" demiyenlerse büyük
azaplarla korkutuluyor...
Evet.
-Bir miktar da diğer ayetlerden okur
musun?
Peygamberimiz, biraz da Taha Suresi'nden
okumaya başladılar. "Yerde-gökte ve bu ikisi arasında olanlar ve yerin
altındakiler, hepsi O'nundur" ayetine gelince amcası Resulullah'ın okumasını
kesti:
-Bizim Mekke'de binbeşyüz putumuz var.
Bunların üçyüzaltmışı Kabe'de, diğerleri etrafta bulunuyor. Onların, tek karış
toprağa bile hükmü geçmez... Sen ne diyorsun: "Yerde ve Gökte olanlar benim
Rabbimindir"
-Ta kendisi.
-Bu gece bir düşüneyim yarın gelip iman
ederim. Şimdilik hoşça kal...
Amcasının Müslüman olma vaadi Server-i alemi
sevindirdi. Çünkü onun Müslüman olması müminleri çok
kuvvetlendirecekti...
..........
Hamza'nın oradan ayrılmasından hemen sonra,
Sevgili Peygamberimiz'e dört melek geldi. Habibine yapılan kötü muamele Yüce
Allah'ı incitmişti. melekler, selam vererek kendilerini ve ziyaret sebeplerini
arz ettiler.
-Ben, dede birincisi, denizler meleğiyim.
Emret bunları da Nuh ümmeti gibi sulara gömeyim!...
Peygamberimiz:
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil
azim, dediler...
İkinci melek söz aldı:
-Ben rüzgar ve fırtına meleğiyim. İzin ver; Ad
milleti gibi Mekke'yi de içindekilerle beraber havaya savurup yele
vereyim...
Peygamberimiz aynı sözü
tekrarladılar:
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil
azim.
Üçüncüsü:
-Ya Resulallah! Ben Güneş meleğiyim. Sen buyur
ben, güneşi onların tepesine yaklaştırayım; cümlesini kavurup kömür
etsin.
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil
azim.
Sonuncu melek:
-Ben Dağların meleğiyim. Şayet sen istersen
Ebu Kubeys dağını yerinden alıp mekke'nin üzerine bırakayım; ne şehir kalsın ne
içindekiler...
Mübarek dudaklarda hep değişmez
karşılık:
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil
azim. ve devam buyurdular:
-Ey melekler! Siz benim ricamı kırmazsınız
değil mi?
-Elbette ya Resulallah!
-Gelin öyleyse ben dua edeyim siz de "amin"
deyin.
Ve mübarek ellerini semaya açarak yalvarmaya
başladılar.
-Ya Rabbi! Üzerimden azabı kaldır. Milletimize
iyilikler ver. Onları doğru yola getir. Milletim Peygamberliğimi bilmiyor. Sen
onlara hidayet ver; azap eyleme.
Melekler hayret içindeler:
-Amin, amin, amin, amin. Allahü teala, sana
güzel karşılıklar versin. Evvelki Nebiler güç durumda kaldığı vakit yardımlarına
koştuğumuzda; onlar beddua eder ve kavimleri helak olurdu. Sense şu kadar
kötülüklerine rağmen bunların iyilik ve kurtuluşları için dua
ediyorsun?
Diyerek Hatemül Enbiyadaki üstün ve güzel
ahlaka hayret ve hayranlıklarını gizleyemediler.
-Hak teala hazretleri, beni alemlere rahmet
olarak gönderdi. Ben, azap sebebi değil, ebedi saadet vesilesiyim,
buyurdular.
Melekler sevinerekk ayrıldı...
.........
Sevgili Peygamberimizin nnur kaynağı kalbleri
o gece hep amcası Hamza'nın Müslüman olması için dua ile meşgul oldu.
Peygamber duası, kalbden kalbe aksediyordu.
Hamza, Efendimize duyduğu sevgi ve O'nu korumak için gösterdiği gayret yüzünden,
eşikten atlamak üzereydi ve son tereddütlerden de kurtulması için kendisine
rahmet yağmurları gibi dua yağıyordu. Üzerine çisil çisil dökülen bu dualar
sebebi ile Hamza, kalbini dolduran aşk ve iştiyakdan dolayı o gece tam kırk kere
Resul-i Ekrem'in kapısına geldi... geri döndü... gitti geri geldi. med-cezir
halindeki engin bir deniz gibiydi. Resulullah ay O, deniz gibiydi.
...uykusuz geçen bir geceen sonra nahayet son
gelişinde yeğeninin kapısını çaldı. Artık sabah olmuştu. Büyük Peygamber O'nu
içeri alıp münasip şekilde ağırladıktan sonra söze girdiler:
-Hatırlayacağın gibi aramızda bir ahd vaki
oldu. İman edecektin. Vaadine vefa göstermeni bekliyorum...
-Doğru. Ancak biraz daha Kur'an
okusan!
Peygamberler peygamberi Rahman suresinin
başından bir mikdar okumuşlardı ki amcası durdurdu.
-Yeter! En ufak şüphe ve tereddüdüm kalmadı.
La ilahe illallah Muhammedün Resulullah!...
Evet, beyaz köpüklü o dalgalı denizin
gel-gitleri bitti; Hamza müslüman oldu ve Hazret-i Hamza oldu. Mü'minlere
müjdeler olsun. Hazret-i Hamza, radıyallahü anh, otuzdokuzuncu müslüman. Bu
demektir ki kırka bir şey kalmadı. Kırkı bulunca da rakamları makara ipliği gibi
çözülecek.
Bu büyük insanın islam saflarına iltihakı,
küfrün cesaretini kırdı. O'ndan duyulan korku yüzünden müşrikler şimdi eskisi
kadar saldıramıyor.
Yarınlar, iman ehline tebessüme
hazırlanmakta.
40...veya meydanlar selama dursun!
BENİ BİLEN BİLİR.
BİLMİYEN BİLSİN Kİ
ÖMER İBNİ'L HATTABIM !
Hazret-i Ömer radıyallahü anh
Kureyş, Hazret-i Hamza radıyallahü anh'ın
müslüman olma şokunu henüz atlatmış değil. Ama asıl şok; daha doğrusu büyük
darbe geride. Ummadıkları biri müslüman olmak üzere. Bu beklemedikleri şahsın
müslüman olması ile küfrün dünyası başına yıkılacak.
...........
Ömer, Kureyş'in şöhretli
isimlerinden.
İri yarı, heybetli görünüşü, kızıl gür saçlı,
sık sakallı bir insan.
Tehlikeleri hiçe sayan bir tabiatı var.
Ticaretle uğraşıyor...
O'nu Kabe yolunda görüyoruz. Niyeti
Peygamberimizi uyarmak. "Vazgeç bu ettiklerinden diyecek. Dinimize, yolumuza
ilişme. Eğer insanları kendine çekmeye devam edersen bunun hesabını verirsin!"
ihtarını yapacak. Aksi halde şu cemiyet çözülecek, gemi su alacak, asırlık çınar
kurumaya yüz tutacak, töre bozulacak.
Hayır! Ömer, yanılıyor. Kız çocuğunu diri diri
toprağa gömerken nasıl hata ediyorsa öyle yanılıyor. Asırlık çınar yani Kureyş,
yani bütün arap milleti, yani bütün yeryüzü kurumuşken; görünüşteki aldatıcı
canlılığa rağmen ölmüşken; O'nun sallallahü aleyhi ve sellem, getirdiği ebedi
nizamla dirilecek.
Bir dağ gibi yolları doldura doldura yürüyen
Hattaboğlu'nun Kabe'ye vardığı esnada Resul-i Ekrem, oradaydı ve Elhakka
Suresi'ni okuyordu. "Okuması bitsin, dikkatini çekerim" diye niyetlendi ve bir
kenara saklanarak dinlemeye başladı. Fakat dinledirçe kendine birşeyler
oluyordu; Kur'an-ı Kerim'e karşı hayranlık duyguları kabardı. Bunun üzerine
şöyle düşündü; "Evet; galiba doğru, O, Kureyşin söylediği gibi şair"
Niçin şair?
Çünkü, Ömer İbni'l Hattab'ın o anki mantığına
göre; "Bu kadar güzel cümleleri ancak bir şair kurabilir. Şu sözlerde ne kadar
güzellik ve çekicilik var. Bu denli güzel kelimeler yalnızca bir şairin
dudaklarından dökülebilir." O, saklandığı köşede, içinden bu muhakemeyi yaparken
Sevgili Peygamberimiz, surenin kırk ve kırkbirinci ayetlerine
gelmişlerdi:
"-Muhakkak ki, O Kur'an, Allah katında çok
şerefli bir Resulün (Cebrail'in) sözüdür. O, bir şair sözü değildir. Siz ne az
inanır kemselersiniz!"
Ömer, hayretler içinde kaldı. "Tamam" dedi
kendi kendine. "Zihnimden geçenleri anladığına göre aynı zamanda bir kahin." Ama
bu yorum da cevabını aldı. Efendimiz, okumaya devam ediyorlar:
-"O, bir kahin kelamı değildir. O Kur'an,
Alemlerin Rabbinden inzal olmuştur. Eğer, Peygamber, indirmediğimiz bazı sözleri
bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve hayatına
son verirdik! Hiç biriniz de onu muhafaza edemezdiniz. Doğrusu Kur'an, Allah'a
karşı gelmekten sakınanlara bir nasihattır. İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu
elbette bilmekteyiz. Kur'an münkirler için bir iç yarasıdır. O, hiç şüphesiz tam
bilginin kesin gerçeğidir. Öyle ise, O büyük, O Yüce Rabbinin ismini
an!"
Ömer; o heybetli adam, işittikleriyle alt-üst
olmuş ve kalbinin şuracığı yumuşayıvermişti. O kadar hislendi ki
gözlerininyaşlanmasına mani olamadı. Ama çevere yok mu, çevre? Kötüler!...
Kötüler, dört yanı kuşatmışken Allah'ın izni olmadan onları aşarak zulmet
bölgesini geçip ışığa varmak ne mümkün!... Nitekim Hattaboğlu'da hakikate bu
kadar yaklaşmışken; imanla arasında handiyse bir tül perdelik mesafe kalmışken
küfür yine arayı derinleştirdi, ortalık yine zifiri karanlığa
boğuldu....
.........
İslamın zuhurunun altıncı yılı.
Hazret-i Hamza radıyallahü anh, Müslüman olalı
üçgün olmuş, Bütün Mekke çalkalanıyor. Hamza radıyallahü anh'ın islama geçişi
şirk dünyasını kara yaslara boğmuştur. Eğer mani olunmazsa gidişat iyi
değil....
İşte Kureyş büyükleri, aralarında toplanmış
çareler arıyor. Her zamanki gibi Ebu Cehil, yine başrolde.Bu mel'un adama göre
hedef; Peygamberi katletmek! Bunun dışında tutulacak her yol
hüsrandır.
-O- tanrılarımızı yeriyor. Bizleri tahrik
ediyor ve ecdadımızın cehennemde olduğunu iddia ediyor. Kim Muhammed'i öldürürse
kendisine yüz tane kızıl tüylü deve, çilçil altınlar, gümüşler, elbiselik
kumaşlar, bol miktarda misk vereceğim. O'nu öldürecek kimse abad olacak; servete
boğacağım o bahadırı.
Herkes, birbirinin yüzüne bakıyordu. Ebul
Kasım' öldürmek! O'nu öldürmek fevkalade riskli bir teklifti. O'nun ölümü ile
Kureyş, ikiye bölünecek ve kan davaları memleketi bir veba salgını gibi kasap
kavuracaktı. Herkes, çeşitli düşünceler içindeyken ömer, ayağa kalktı. Tahrik ve
vaadin parlaklığı kalbinde İslam güneşine açılmaya başlayan pencereciği yeniden
kapatmış ve onu tekrar eski haşin haline iade etmişti:
-Bu işin üstesinden ancak Ömer İbni'l Hattab
gelebilir!...
Kalabalık, bir an ateş yalımına tutulmuş gibi
irkildi ama kendini çabuk toparlayarak:
-Doğru diyorsun Hattaboğlu, dediler, bunu
ancak sen başabilirsin. Bizi bu musibetten olsa olsa sen
kurtarabilirsin.
Onlar beşuş çehrelerle Ömer'i alkışlarken O,
sesini bir iki perde daha yükselterek konuşmasını sürdürdü:
-Ben bu meseleyi halledeceğim ama; ya sen
sözünde durmazsan Ebu Cehil?
Zalim kurt, eline geçen böyle bulunmaz bir
fırsatı kaçırır mı?
-Sorduğun şeye bak! Haydi Kabe'ye gidelim.
Hubel'in huzurunda and içecek; vaadimi bir kere daha tekrarlayacağım ki
şüphelerin kaybolsun.
...gittiler; Ebu Cehil, dediklerini yaptı.
Bunun üzerine Ömer, kılıcını kuşandı ve "Lat ve Uzza'ya yemin olsun ki bu işi
bitirmeden gelmeyeceğim" dedi.
Öfkelerle bu noktaya varırken Cenab-ı Hak,
Ömer İbni'l Hattab'ı Sıddıklar defterine yazacağına yemin ediyordu.
Yüce Allah, buyurdu ki:
-Sen, sevgilimi öldürmek için kılıç kuşandın;
lakin ben O'nun aşkını senin boynuna geçirdim. İzzet ve celalim hakkı için nice
şehirler senin elinle İslama gelecek ve düşman ülkeleri senin korkunla
titreyecekti.
.............
Hattaboğlu, yola koyuldu; Sevgili
Peygamberimizi arıyor.
Kenar yollardan Hacire'de Nuaym bin
Abdullah'la karşılaştı.
Abdullah da yeni dinin mensuplarından. Ömer,
bundan habersiz tabii. Ömer'in böyle pusatlanmış olarak hışımla yürüyüşü O'nu
şüphelendirdi ve bir mümin uyanıklığı ile durumun endişe verici olduğunu
sezmekte gecikmedi:
-Uğurlar olsun ya Ömer. Nedir bu telaş?
Mühimce bir işin olmalı!
-Arap milletinin arasına tefrika sokan,
tanrılarımızı beğenmiyen, bizleri hor gören Muhammed'i öldürmeğe
gidiyorum.
Nuaym, haberin korkunçluğundan şöyle bir
sendelediyse de hemen toparlandı:
-Zor birişe kalkışmışsın. Tut ki muvaffak
oldun. O zaman Abdülmuttalib oğulları seni sağ bırakır mı?
Söz Ömer'in hoşuna gitmemişti.
-Yaa demek öyle! Anlaşılıyor ki sen de
Muhammedisin. Bari önce senin kelleni uçurayım, dedi ve sağ eli, öfkeyle
kılıcının kabzasını aradı.
Nuaym:
-Ben babalarımın dinindeyim. Lakin işte sana
garip birr haber:
-Kardeşin Fatıma ile kocası Said de Müslüman.
Bundan hamberin var mı? Önce onları yola getir sonra başkasına karış.
Ömer ummadığı birşeyi iştimişti. Şaşırdı,
sarardı ve çareyi inkarda buldu.
-Hayır! Yalan! Yalan diyorsun. Onlar Müslüman
değil.
-Ben yalan söylemiyorum. Uzakta değiller ki
git sor.
Mübarek sahabi Peygamberimizi bir tehlikeden
uzaklaştırmak için bu oyalayıcı haberi bir olta olarak kullanmıştı.
..........
Said bin Zeyd'in evi..
Eve yaklaştıkça bir erkeğin okuduğu Kur'an-ı
kerim işitiliyor....
Said ve hanımı ilk mü'minlerden. Yolaçıcı
bayrak insanlar. Habbab bin Eret radıyallahü anh'ı evlerine davet etmiş ondan
Kur'an-ı kerim öğreniyorlar. Evin dışına sızan, Hazret-i Habbab'ın
okuması.
......
Ömer, bir kaç saniye hiddetle karşısındakinin
yüzüne baktıktan sonra geri dönüp seri adımlarla uzaklaştı. "Kızkardeşinle
enişten de müslüman" sözü ona her şeyi unutturmuş ve önce bu aile için ihaneti
cezalandırmaya karar vermişti. Said'in evine yaklaşırken o derinden derine
işitilen Kur'an sesi ömer'i buluyordu... "..demek doğru" dedi içinden ve kapıyı
kırrcasına yumruklamaya başladı... Evdekiler kılıç kuşanmış haldeki öfkeli
Ömer'i görmüşlerdi. Şimşek hızı ile Habbab'ı kilere, Kur'an yazılı sayfayı da
gizli bir yere sakladıktan sonra kapıyı açtılar. Mümkün mertebe tabii görünmeğe
ve renk vermemeye çalışıyorlardı.
-Ne okuyordunuz?
Adımını eşikten içeri atan Ömer'in ilk sorduğu
bu olmuştu. İşte müşkül an... ne deseler Ya Rabbi; ne söyleseler? İki ayağı
üzerinde yere çakılmış gibi dimdik duran Ömer, patlamaya hazır bir yanardağ
gibi. Yakıcı nazarlarla cevap bekliyor.
-Hayır dedi eniştesi, sana öyle gelmiş. Ne
okuyabiliriz ki. Sadece konuşuyorduk. Belki sesimiz yüksek çıkmıştır.
Laf, Said'in ağzında yarım kaldı. Ömer,
eniştesini yakasından kavradı kendine çekti ve; sonra da şiddetle yere çaldı.
Hanımı Fatıma, said'i yerden kaldırmaya fırlamıştı ki yüzünden amansız bir tokat
patladı. Tokat, narin islam hanımına balyoz gibi ağır gelmişti... gözlerinde
şimşekler uçuştu, yıldızlar yanıp söndü.
Kan!...
Pembe bir kan, mübarek kadının dudak
kenarından sızmaya başladı... İşte müthiş an. Tokat kime vurulmuştu? Zahirde bir
mümineye; ama aslında zulmet duvarı tokatlanmıştı...
Ne de olsa ciğer...
Kardeşini kanlara bulanmış gören Ömer'in
kalbine nur huzmeleri sızıyor...
İlk pişmanlık kıpırtıları... Baskına gelen,
beldi de eniştesi ile kızkardeşini dayaktan kırıp geçirme niyetiyle içeri giren
Ömer, aniden durgunlaştı...
-Niçin? Niçin ey Ömer? Allah'dan utanmıyor;
ayet ve mucizelerle gönderdiği Peygamberine iman etmiyorsun? Niçin? Evet
saklamıyoruz. Ben ve kocam islamla şereflendik. Başımızı şu belindeki kılıçla
kessen bile bizi bu dinden döndüremezsin, anladın mı?
Fatıma, Ömer'in kritik anını çok güzel
yakalamıştı. O dağ gibi heybetli, O gölgesinden kaçılan adam, hem de bir
kadının, hem de küçüğü olan kız kardeşinin her kelimesi Ömer tokatı kadar acı
sözleriyle hurma ağacı gibi silkeleniyordu.
Bir kenara ilişti. Kabaran pişmanlık duygusu
içini kemiriyordu.
-Şu demin okuduğunuzu görebilir
miyim?
Fatıma, Taha suresinin yazılı olduğu sayfayı
getirdi... Ömer, okudukça kendini kaptırıyor; Kur'an-ı Kerim'in güzelliği O'nu
içten içe etkiliyordu...
-"Göklerde, yeryüzünde, bunların arasında,
toprağın altında olan her şey yüce Allah'ındır!" Anlamındaki ayete gelince
hayretini gizliyemedi.
-Fatıma! Bu kadar mahluk hep sizin ilahın
mı?
-Elbette. Şüphen mi var?
-Halbuki bizim binbeşyüz tanrımz olduğu halde
halde hiç birinin tek karış yeri yok, diye mırıldandı. Ve ayeti okumaya devam
etti:
-"Sen sözü ister açığa vur, işter gizle dur,
birdir. Çünkü O Allah gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir. Ondan gayri
tapacak ilah yokttur. En güzel isimler O'nundur.
Taha suresinden sonra Hadid Suresi'nden bir
miktar okudu:
-"Göklerde ve yerdekiler Allah'ı tesbih ve
tenzih ederler. O, kudretiyle her şeye üstün gelen bir aziz, hikmetiyle her
yaptığını yerli yerinde yapan bir Hakimdir. Göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu
O'nundur. Dirilten, öldüren, her şeye gücü yeten O'dur. Evvel O'dur, ahir O'dur,
zahir O'dur, batın O'dur, O, her şeyi bilendir. Gökleri ve yeri altı devirde
yaratan, sonra arş'ı hükmü altına alan O'dur. O, yere gireni, yerden çıkanı,
gökten ineni, göğe yükseleni bilendir. nerede olursanız olun O sizinledir.
Allah, bütün yaptıklarınızı görendir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur.
Bütün işler ancak, Allah'a döndürülür. Geceyi gündüze katar, gündüzü geceyi
katar, O gönüllerdekini de bilendir. Allah'a ve Peygamberine iman edin. Size
varis ettiği şeylerden Allah yolunda sarf edin. içinizden, iman edip de
mallarını Allah yolunda sarf edenlere büyük büyük mükafaat vardır. Peygamber,
Rabbınıza iman etmeniz için hepinizi davet edip dururken size ne ouyor ki
Allah'a iman etmiyorsunuz. Halbuki O, sizden iman edeceğiniz hususunda kesin söz
de almıştır."
Ayetler üzerinde tefekkür eden
Ömer:
-Bunlar ne güzel sözler. Daha şereflisi daha
güzeli olamaz! der demez saklı bulunduğu yerden heyecanla ortaya çıkan Habbab
bin Eret:
-Müjde ya Ömer! Resulullah'ın ettiği dua
inşallah senin hakkında kabul olur:
-Resulullah, dün gece "Allahım! İslamiyeti
Ebül Hakem bin Hişamla veya Ömer bin Hattabla kuvvetlendir" diye yalvardı...
Allah Allah, şu işe bak ya Ömer, dedi... Habbab'ın sevinçten yüzünde güller
açıyrdu.
Etrafını saran Said, Fatıma, Habbab hep O anı;
kelime-i şahadeti söyle söyleyeceği zamanı bekliyorlardı. Ümidle doluydular.
Ümidin havaya hakim olduğu nadir anlardan biriydi... ağzının içine bakıyorlardı
adeta. Vakit gelmişti; bunu seziyorlardı... Ömer sordu:
-Peygamberi nerede bulabilirim?
...deminki katı adam gitmişti. Temiz bir yüz,
cana yakın bir insan konuşuyordu... Buna rağmen Fatıma yine de ihtiyatlı.
Kadınlara mmahsus aşırı duyarlıkla tedbiri elden bırakmıyor.
-O'na zarar vermiyeceğine bizi temin edersen
yerini söyleriz.
-Yemin ederek söz veriyorum.
-Erkam'ın evinde; bir kısım sahabi ile
birlikte.
-Habbab! Beni O'na götür müslüman
olacağım!...
Bu ne hoş cümle böyle. Bu cümleyi duyan üç
müslümanda engin ve anlatılmaz sevinçler.
Bu saadeti tatdıran Allah'a hamd
olsun.
Hazret-i Ömer'le Hazret-i Habbab, Darül
Erkam'ın yolunu tutmuşken bu ufacık İslam yurdunda bulunan mü'minler de
"Kelime-i şahadeti bir kerecik olsun topluca ve yüksek sesle küffara karşı
haykırmadık. Yoksa bu bize nasıp olmayacak mı?" diye
dertleniyorlardı.
-Ya Resulullah! İzin ver dışarı çakıp Allah'ın
ismini şu süfli cemiyete avaz avaz haykıralım! Bu hasret içimizde
kalmasın.
-Ey gönlü kırık müminler. Gam çekmeyin.
Kalbinizi kavi tutun. O Allah ki İbrahim aleyhisselamı Nemrud'un ateşinden
koruyup orayı bir gül bahçesi yaptı, Musa aleyhisselamı büyücülere galip
getirdi, İsmail aleyhisselamın boynunu bıçağa kestirmedi. Biz fukarayı da
elbette düşman şerrinden saklayacaktır. Diyerek arkadaşlarına cesaret
verdi.
Kalblerde ümid menekşeleri tomurcuklanırken
ellerini semaya açarak sözlerine devam buyurdu:
-Ya ilahi, bu otuzdokuz garip sana iman etmiş
ve can ve gönülden kul olmuşlardır. Bunların gözyaşı ve gönül ateşleri hatırına
bize acı, kafirlerden koru ve şan ve şeref sahibi biri ile bu dine kuvvet ve bu
biçare müslümanlarra zafer nasip eyle.
Hemen o dakika Cebrail aleyhisselam geldi
ve:
-Ey Allahın Resulü! Milletinin büyüklerinden
birinin Müslüman olmasını arzulamışsın. Hak Celle ve ala, duanı kabul ederek
Ömer'i senin hizmetine verdi ve bu din-i İslamı O'nunla güçlenddirdi. Dün gece
bin melek "Ya Rabbi Ömer İbni'l Hattabı şakiler defterinden silip saidler
defterine al" diye yalvarmışlardı. O, şimdi buraya geliyor, kendisini istikbal
etmeye hazırlan, dedi.
Cebrail'in cümlesi tamamlanmıştı ki kapı
çalındı. Kapının aralığından bakan Bilal-i Habeşi radıyallahü anh, kül gibi bir
benizle geri çekildi. Zira Ömer silahlı olarak kapıya dikilmişti. Ömer'in kapıya
kadar sokulduğunu gören diğer eshab da korktu. Çünkü O, öyle kolay altedilecek
bir rakip değildi... Hazret-i Hamza arkadaşlarını yüreklendirdi:
-Boşa telaşlanmayın; gelen nihayet bir kişi.
İyi niyetle geldiyse hoş geldi. maksadı kötüyse kılıcımla kafasını koparırım,
dedi ve dışarı çıkarak Ömer'in önüne dikildi.
-Ya Ömer! Biz Abdülmuttalip oğullarıyız.
Demiri bile toz eder havayy püskürtürüz! Allah Resulü'nün kılına dokundurtmayız.
Bunu iyi bil ve adımını ona göre at!
Konuşmaları içerden duyan Sevgili
Peygabembirimiz, kapıya gelerek Hattaboğlu'nu iltifatlarla karşılayıp
kucakladı.resul aleyhisselam, Ömer'i öyle sıktı ki sanki kemikleri birbirine
geçti ve kılıcı yere düştü ve kendisi de efendimizin heybetinden yere
kapaklandı; ve yerinden doğruldu; Peygamber şehadeti ile Müslüman
oldu:
-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühü ve resulühu.
Sevgili Peygamberimiz, o kadar memnun oldu ki;
saadetinden tekbir getirme özleminden kavrulanlar da tekbir getirdiler. muhteşem
sada her tarafı çın çın çınlattı... Bu günleri gösteren Allah'a şükürler
olsun.
Peygamberimiz mecburiyetten önüne bakan
Hazret-i Ömer radıyallahü anh'ın mübarek başını öptüler... Darül Erkam, o sıcak
yuva bayram yerine dönmüştü...
Bu kureyş ulusunun hidayete ermesi üzerine
Cebrail aleyhisselam, Enfal suresinin altmışdördöncü ayet-i kerimesini getirdi.
"Ey Peygamberim! Sana yardımcı olarak Allahü teala ve müminlerden izinde
gidenler yetişir."
Hazret-i Ömer sordu:
-Kaç kişi olduk ya Resulallah?
-Seninle beraber kırk kişi...
-Ey Allah'ın Resulü; kafirler Lat ve Uzza'ya
hiç bir şeyden çekinmeden tapınırken; biz, Hak teala'ya ibadetimiz niçin gizli
yapalım?
...dışarı çıktılar... Hedef Kabe. Kabe'de
herkesin; Mekke'nin, Arabistan'ın ve bütün cihanın gözü önünde saf saf namaza
durulacak... Meydanlar selama dursun dünya yeni bir oluşa sahne
oluyor.
İşte yürüyorlar. Peygamberimizin sağında büyük
dava arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir, solunda büyük kahraman Hazret-i Hamza, önünde
mü'min doğup mü'min büyüyen Hazret-i Ali, en önde yeni müslüman büyük sahabi
Hazret-i Ömer ve bunları takip eden eshab-i kiram radıyallahü anhüm
ecmain.
Sert ve heybetli bir yürüyüş...
Müşrikler, Kabe'nin yanında oturmuş
laflıyorlar. Ömer İbni'l Hattab'ı yalın kılıç ve arkasında da müslümanları
görünce bazıları sevindi:
-Gördünüz mü? dediler. Buna Hattaboğlu
demişler. Gözünüz erkek görsün. Asileri nasıl toplamış getiriyor... güneş
ışıkları nurlu bir eli öper gibi İslama nice büyük hizmetler yapacak olan kılıca
narin bir öpücük kondurup geri uçuşuyor.
Şeytan zekalı Ebu Cehil'se durumu hemen
kavradı. Öfke, ümitsizlik, hayal kırıklığı içinde başını iki tarafa sallayarak
sıkılmış dişlerinin arasında hırladı:
-Maalesef hayır! Eğer dediğiniz gibi olsaydı
Ömer arkada diğerleri önde olurdu. Galiba o da düşmana iltihak etmiş. Yazık!
Kaybımız büyük.
Bu sırada mü'minler yaklaşmıştı. Ebu Cehil
koştu:
-Bu gelişin manası nedir ya Ömer, pek
anlayamadık?...
Hazret-i Ömer, unutulmaz ihtarını yaptı. Allah
düşmanlarının yüreğine korku düşerken; mü'minlerin içine serin sular serpildi.
Ses patlayan bir bora gibi; yiğit olan karşısında dursun;
-Mü'minlere ilişenin kellesini uçururum.
Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu!!! Beni
bilen bilir. Bilmeyen bilsin ki Ömer İbni'l Hattabım. Karısını dul, çocuklarını
yetim bırakmak isteyen şöyle gelsin!!!
O gün müslümanlar ilk defa Kabe'de cemaatle
namaz kıldılar... mbu ne kutlu öğiedir böyle?
Namazdan sonra Hazret-i Ömer, Sevgili
Peygambermize Kabe'nin içini gezdirdi. Dört taraf putla dolu. Peygamberler
Peygamberi, asası ile putları işaret ederek ebedi hakikati ifade eden mübarek
ayeti okudular:
-Hak gelince batıl gider. Batıl elbette
gidecektir...
üç çekin yıl
Ben ne yapıyorsam Rabbimin emriyle
yapıyorum.
Bir başkasının sözüyle bunu
değiştiremem.
Büyük ve Kahraman Peygamber
Muhammed aleyhisselam
Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ömer'in hak yola
girmeleri ile İslamiyet kuvvet buldu ve yayılma nisbeti arttı. Çığ büyüyor; sel
çoğalıyordu. O deminki ışık, bir güneş gibi çölün ucundan yükselmeye başlamıştı.
Kureyş kafirleri, İslamiyetin günden güne güçlenmesi karışısında hayli
telaştalar... eğer bu yeni din, bu süratle taraftar bulursa istikbal kendileri
için karanlıktır. "Bu nasıl din ki kureyş reislerine bir ayrıcalık da
tanımıyor"...asıl bunu hazmedemiyorlar.... kureyş geleneğinde toplum aşiret ve
kabilelere bölünmüş. Her aşiret ve kabilenin bir reisi var. Hükümet eden bu
"Reis" veya "bey" diyeceğimiz kimseler. Kur'an-ı Kerim, bu düzeni kaldırıyor.
üstelik ağa-bey-reis, avam herkes eşit. Reisler buna şaşırıyor. Hafsalarına
sığmıyor böyle bir şey. Bu yeni ve insana yakışan hayat üslubunu içlerine
sindiremiyorlar ama Muhammedi sistemin yayılmasını da durduramıyorlar... Onlara
göre Ebu talib, desteğini çekse bu pürüz kısa zamanda kökünden kazınacaktır.
Bundan ötürü Ebu Talib'in kapısındalar. Her mbiri tutuşmuş dal parçası gibi alev
alev..
Ey Ebu Talib, bizde sabır ve tahammül bitti.
Bu fitneyi mutlaka ve mutlaka bastıracağız. İşte sana iki teklif, dilediğini
seçmekte serbestsin:
1- Ya Muhammedi bize teslim edersin layır
olduğu cezayı veririz.
2- Veya mücadeleye hazır ol... sana yarın
sabaha kadar müsade. Erkenden burada olacağız.
Ebu Talib, gidenlerin ardından bir müddet
dalgın baktıktan sonrra içeri girdi... epeyi bir zaman düşündü. İş, hakitaten
ciddiydi. Yeğenini rica etti. Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve
sellem, geldiğinde O'nu bir güzel karşıladı; oturdular. Amcanın düşünceli olduğu
hemen anlaşılıyordu. Dikkatli kelimelerle söze başladı:
-Evaladım! Mümkün mertebe şunlara ilişme. Sen
ısrar ettikçe onların düşmanlık damarları kabarıyor. Mesela bildiğin gibi değil.
benim reisliğim filan kar etmiyor artık, iş çığırından çıkmak üzere.
Zayıf çıra loşluğundan doğan gölgeler Ebu
Talib'in üzgün yüzünde derinleşip kayboluyor. Efendimiz davet sebebini
anlamıştı. Ama o Resulün taviz vermesi mümkün mü? İlahi emri tebliğe memurdur ve
bu tebliği her türlü şarta rağmen devam edecektir.
Peygamberimiz, biraz da kırgın olarak cevap
verdiler:
-Ben ne yapıyorsam Rabbimin emriyle yapıyorum.
Başkasının sözüyle bunu değiştiremem...
Ayağa kalkıp kapıya yönelmişti ki ihtiyar
adamın kalbini yine pişmanlık duyguları sardı. Bu mümtaz insanı incitmiş
olmaktan korkuyordu...
-Aldırma; vazifene bak, dedi, ben hayatta
olduğum müddetçe sana kimse el süremiyecektir...
...........
Sabah olup da Ebu Talib'den müsbet bir cevap
alamayan islam düşmanları, aralarında şu karara vardılar:
1- Müslümanlar, onları himaye eden
Haşimoğulları ve Abdülmuttalib soyundan bundan böyle kız alınmayacak ve onlara
kız verilmeyecektir.
2- Bunlara yiyecek, giyecek, kullanacak hiç
bir mal satılmayacak, hiç bir şey satın alınmayacak ve hediye dahi
verilmeyecektir.
3- Yukarıda sayılanlar düşmanımızdır.
Bunların, Kureyş mahallelerinde bulunan akrabalarını ziyaret etmelerine müsaade
edilmeyecektir.
4- Muhammedilerin yapacağı her türlü barış
teklifi reddedilecektir.
Bisetin yedinci senesi ve Muharrem ayının
birinci günüydü. Müşrikler, saydıkları şartları bağlayıcı bir ahdname haline
getirerek kağıda geçirdiler. Toplandı sekreterliğini Mansur bin İkrime Amir
yaptı... Kararı kırk aşiret reisi mühürleri ile tasdik ettikten sonra ahdname
bir muhafaza sarıldı ve Kabe duvarına asılarak yürülüğe kondu... Bundan böyle
kimsenin karar dışına çıkması mümkün değil.
Metni kaleme alan Mansur'un eline kısa bir
zaman sonra felç indi. Şartlar, müminler ve hatta Haşimilerle Abdülmuttalib
oğulları için fevkalade hassadı. Haberi alan Ebu Talib, derhal Müslümanlarla
Haşimileri bir araya toplayarak yardım istedi. Ebu Leheb'in dışında muhalefet
eden yok. Ebu Leheb, İslama olan düşmanlığından Ebu Talib tarafını terk ederek,
Kureyş kafirlerine katıldı. Mekke ikiye bölünmüştü... Peygamberimize destek
olanlar Ebu Talib mahallesine toplandılar. Hatta Kureyş mahhallesinde bulunan
taraftar aileler bile Haşimi kesime sığındı. Ebu Talib, eshab-ı kiramın yardımı
ile Resulullah'ı meçhul bir yere sakladı. Peygamberimiz, lüzum ettikçe izini
kaybettirmek için yer değiştiriyor.
Düşman, Şib-i Ebu Talib/Ebu Talib mahallesini
kuşatma altına aldı... Bölgenin dışına çıkan bir mümini yakalayınca O'na esir
muamelesi yaparak işkence ediyorlar. Abluka altındaki insanlar, Hac mevsimi
dışında, şehre inemiyor. Hac günlerinde de azgın din düşmanları, uzak yollara
çıkarak gelen kervanların önünü kesip "Muhammedilerle destekçilerine mal satan
olursa kervanını yağma ederiz ona göre" diye tehdit ederek korkutuyor; yine
netice alamayınca mallarına yüksek fiyatalar vererek rakamları
şişriyorlardı...
Ebu Talib mahallesi yokluk ve açlık diyarı
olmuştu... Çocuk ağlamalarından durulmuyor...merhamete gelerek bir parça yiyecek
getiren bir kureyşli yakalanınca dayaktan geçiriliyor. Sevgili Peygamberimiz,
Hazret-i Hadice annemiz, Hazret-i Ebu Bekr, bütün mallarını müminler için
harcadılar.Başa bir imkan kalmayınca bu kahraman müminler ot ve ağaç yaprağı
bile yediler. Peygamberimiz ve eshab-ı kiram açlıklarını bastırmak için
karınlarına taş bağlıyorlar.
Günler, aylar geçti kuşatma
kaldırılmadı...
düşmandan çekinmeden serbestçe dolaşabilenler
yalnızca Hazret-i Hamza, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebu Bekir. Bu mübarek
insanlara da diş gösteriyorlar ama ısırmaya güçleri yetmiyor. Hatta Ebu Bekir
istediği yerde namaz kılıyor ve müsait olanlarını gizlice imana çağırıyor.
Bunların haricindeki diğer müminlerin vaziyeti git gide kötüleşmekte. Bu yüzden
Resulullah, sekseni erkek, onu kadın doksan kişinin daha Habeşistan'a
göçmelerine için verdi...
Bu doksan müslüman, bin bir tehlikeyi göze
alarak gayet gizli bir şekilde Mekke'den ayrılıp Habeşistan'a vardılar.. Bir
gurup müminin daha Arabistan'dan çıktığını öğrenen islam düşmanları öfkeden
küplere bindi. Ne varki güvercinler bir kere hür ufuklara kanat çırpmıştı; yılan
istediği kadar kıvranıp dursun.
Muhacirlerin emirliğini Cafer bin Ebi Talib,
radıyallahü anh, yapıyor. Kureyş kafirleri, Habeş Hükümdarı Necaşiye temsilci
yollayarak "asi"leri isteye karar verdiler. İki kişi gidecekti; Amr bin As ve
Abdullah bin Ebi Rebia. Necaşi ile devlet erkanı ve din adamlarına nadide
hediyeler hazırlayarak sefirlere teslim edildi ve:
-Önce din adamı ve yüsek dereceli memurlara
götürdüklerinizi takdim ediniz. Böylece Melik'le görüşme ve maruzatın
gerçekleşmesi hususunda yardımlarını rica edebilirsiniz; bilahere Hükümdara
hediyelerini takdim edeceksiniz. Necaşi ile mültecileri görüştürmemeye bilhassa
dikkat etmelisiniz, diye güngörmüş ihtiyarları akıl verdiler..
Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia
Habeşistan'a vardıklarında kendilerine tenbih edilenleri harfiyen uyguladılar.
Evvela yüksek dereceli memurlarla, sarayda görevli din adamları hediyelerle
kendi yanlarına çekildi. Sonra bunların yardımı ile Kureyş elçileri Necaşi
tarafından huzura kabul edildiler. Kureyşliler, secde ettikten sonra armağanları
takdim ettiler ve ziyaret maksatlarını die getirdiler:
-Aziz majesteleri.. Memleketimizden bir kısım
kadın ve erkeğin kaçarak devletinize geldiği yüksek malumlarınızdır. Bu asiler,
bizim dinimizden çıktıkları gibi sizin dininize de girmemişlerdir. Kendi
aralarında bir din uydurup ikilik çıkardılar. Bizi size arapların en seçkin
insanları yolladı. Ricaları suçluları iade etmenizdir. Devletinizden de nifak ve
huzursuzluk çıkarmalarından endişeliyiz. Bize yeter miktarda asker verirseniz
isyancıları alarak geri döneceğiz. Maruzatımız bundan ibarettir.
Necaşi, "Ne diyorsunuz" manasına patriklere
baktı. Onlar:
-İade etmelisiniz, dediler.
Hükümdar sinirlendi:
-Devletime sığınan insanlar, siyasi
suçlulardır. Onların da fikrini almak lazım. Buraya çağırıp iki tarafı da
dinleyelim. Eğer diplomatların bu iddia ve ithamlarına karşı inandırıcı bir
müdafaa yapamazlarsa ülkemde bocguncu meşrep insan tutamayacağımdan onları
araplara geri veririz. Ama üstlerine atılan şu suçlamaları çürütürlerse burada
dilediklerigibi yaşarlar, buna kimse mani olamaz, dedi ve arap elçilerine
döndü:
-Siz muhterem sefir hazretleri söyler misiniz
bu uydurma dediğiniz dinin Peygamberi kimdir?
-Muhammed, dediler...
Zeki ve akıllı Hükümdar, durdu ve düşünmeye
başladı. Son bir dinin vahyedileceğini; ahir zaman nebisinin bu isimde
olacağını, milletinin onu yaşadığı beldeden hicret etme zorunda bırakacağını
biliyordu.. demek ki son Peygamber zuhur etmişti.
Anladıklarını hiç belli etmedi.
-Evet az evvel dediğim gibi en güzeli onları
da buraya çağıralım; yüzleşin! Bakalım bizi kim ikna edecek?
Melikin emri ile çilekeş mümineri de huzura
getirdiler.. Her biri bir vakar timsali. Eğilmediler ve secde etmediler.
Hükümdarı sadece ve nazikçe Allah'ın selamı ile selamladılar.
Tahtında oturan Necaşi sordu:
-Şu elçiler huzuruma girdiklerinde yeri öperek
saygılarını sundukları halde siz sözle selam verdiniz bunun sebebi nedir?
Halbuki onlar da siz de aynı millettensiniz.
Cafer radıyallahü anh:
-Biz müslümanız! Bizim dinimizde insan,
insanın önünde eğilmez, insan insana secde edemez. İtikadımıza göre böyle mbir
hareket haramıdır.
Peygamberimiz "secde yalnız ve ancak Allah'a
mahsustur" ölçüsünü koymuştur. Biz bu ölçünün dışına çıkamayız. Ancak
hareketimiz hazretlerine saygısızlık şeklinde tefsir edilmemeli. Çünkü biz, zatı
devletilerini Allah'ın selamı ile selamladık. biz müminler birbirimizi de bu
kelimelerle selamlar ız.Cenne†tekilerin
selamlaşmasınında bu şekilde olduğunu Peygamber
efendimiz haber veriyor.Bu bakımdan Allah'tan gayrısına secde etmekten yine
Allah'a sığınırız,dedi.
veciz konuşmayı Necaşi de divandakilerde büyük
bir dikkatle dinliyorlardı.Hükümdar:
-Pekala...sorduklarıma cevap veriniz.Buraya
niçin geldiniz;tüccar değilsiniz,bizden bir şey de istemiyorsunuz;bu elçiler
sizi neden geri götürmek istiyorlar?
-Devletlim,lütfen şu adamlara sorunuz.biz
sahibinin yanından firar etmiş kölelermiyiz ki bizi yakalayıp efendilerimize
iade edecekler...
Necaşi Amr bin As'a döndü:
-Bunlar köle mi,hür mü?
-Hür insanlar efendimiz!
Hazreti Cafer:
-Şu adamlara sorunuz;biz,herhangi bir
kimsenin
kanını mı döktük bizi götürüp kan sahibine
teslim edecekler?
Necaşi:
-Bunlar katil mi?
-Hayır!
Cafer radıyallahü anh:
-Hükümdarım,şu adamlara sorunuz ki biz
birinin
malını mı elinden aldık da bizi hak sahibine
götürecekler...
Necaşi:
-Ey Amr! Mülteciler, hırsızlık veya gasp veya
talan gibi bir cürüm ika ettiler mi? Şayet bunların bir borcu varsa miktarı ne
olursa olsun ben ödeyeceğim.
-Hayır; ne sayılan suçları ne borçları
var...
Büyük kabul salonunda hiç bir şey
kımıldamıyor, hiç bir hareket yapılmıyor; en keskin dikkatlerle konuşmalar
dinleniyor. Kelimeler karanlık gecede uçuşan kıvılcımlar gibi havada savrulup
diğer tarafa düşüyordu...
Necaşi gürledi:
-Öyleyse, siz bu insanlardan ne
istersiniz?
-Biz ve onlar aynnı dindeydik. Yolumuzu
bırakarak Muhammed'e tabi oldular, dinimize ve milletimize isyam ettiler. Bu
yüzden cezalandırılmaları lazım. Onlar suçlu. Kureyş onların cezasını
verecek.
Necaşi:
-İnsanların ellerine kelepçe ayaklarına zincir
vurulabilir ama vicdanları nasıl kilitlenir, imanlarına nasıl hükmedilir. Zorla,
zorbalıkla insanları kendiniz gibi inandıramazsınız. Siz, mazlum kimselere
tahakküm etmek istiyorsunuz!!! Buna müsaade etemem!!! dedi.
Müşrikler feci bir meydan dayağı yemiş gibi
oldular. Hükümdar tebessüm ederek müminlere döndü.
-Ey Cafer, dininizi niçin terk ettiniz.
Ecdadınızın dininden ayrılmış fakat hıristiyan da olmamışsınız. Dininden
ayrılmış fakat hırıstiyan da olmamışsınız. İman ettiğiniz din nasıl bir
şey?
-Hükümdarım. Biz cahil insanlardık. Heykellere
tapar, leş yer, elmas yüzlü çocuklarını zerer kadar acımadan diri diri toprağa
gömer, akrabalarımızla alakamızı keser, komşularımıza kötü davranı, kuvvetli
olanlarımız zayıfları ezer ve merhamet nedir bilemezdik... Peygamberimmizin
tebliğine kadar bu hal üzre devam ettik. Bu dinin ismi islamiyettir. Dinimizde
heykellere tapmak, yalan söylemek, adam öldürmek, yetim malı yemek, iftira atmak
haramdır. İslamiyet ana-babaya hürmetkar olmayı, akrabayla iyi geçinmeyi,
komşuya hürrmet etmeyi, evlatlar arasında kız-erkek farakı gözetmemeyi ve daha
nice güzel şeyleri emir buyurmaktadır. Mbunların hepsini şurada saymak uzun
zaman alacağından sıralamak oldukça zor.
Kısacası biz, kitabımız Kur'an-ı kerim'in ve
yüce Peygamberin yapınız dediklerini yapmaya, yapmayınız buyurduklarından uzak
durmaya başladık. Ve ibaedetlerin en büyüğü namazla şereflendik. Namazla kul ve
insan olma şuurunu idrak ettik. Bu sebeple bu putperestler, biz hak dini
mensuplarına düşman oldu ve akıl almaz kötülüklere başladılar. Bizleri
islamiyetten dördürmek için zalimce işkenceler yaptılar. Aç bırakmak için
müslümanları ablukaya alarak onların başka insanlarla görüşmelerini, alış veriş
yapmalarını yasakladılar. Şu gün bile yalnız yakaladıkları müminlere yine
gaddarca işkence yapıyorlar. Aç bırakarak dize getirmek için başlattıkları
kuşatma aylar geçtiği halde yine sürüyor.. Bir yolunu bularak dinimiz uğruna
yurdumuzu yuvamızı terk edip ülkene ve adaletine sığındık. Eğer bizi onlara
teslim ederseniz işkence ede ede öldürecekler!..
Mübarek sahabi terlemiş yanakları al al
olmuştu.
-Pekala o bahsettiğin Kur'an'dan biraz okur
musun? Bakalım ne diyor...
Cafer, radıyallahü anh, hazretleri uhrevi bir
hava ile Meryem suresini okumaya başladı. Kudsi ve muhteşem ayetler ruhlarda
yankılanıp gönüllere akıyordu... Hükümdarın gözlerinden boşanan yaşların süzülüp
sakalını bulduğu görülüyor. Din adamları da sessizce ağlamaya
başladılar.
Necaşi:
-Kainatın en güzel sözleri... daha oku, devam
et...
Cafer bin Ebi Talip biraz da Kehf suresinden
okudu...
Melik Necaşi, mecliste olanlara
hitaben:
-Hiç şüpheniz olmasın ki bu yeni dinle eski
hak dinler, aynı kandilden yükselen ışıklar gibi; aralarında ancak bir kıl kadar
fark var. Musa ve İsa Peygamberler de aynı hakikati söylüyorlardı, dedi ve
Müslümanlara döndü:
-Sizi kutlarım! Yolunda olduğunuz nebinin Hak
Peygamber olduğuna ben de iman ediyorum. Meryem oğlu İsa da O'nu haber
veriyordu. Mümkün olsaydı gider hizmetine girer, ayaklarını yıkarım... ülkemin
istediğiniz yerinde dilediğiniz şekilde hür ve huzur içinde yaşayınız, diye
güleç yüzü ile onları tebrik ettikten sonra bu defa elçilere hitap
etti:
-Getirdiğiniz hediye kılıklı rüşvetinizi de
alarak buradan çıkınız!!!
Doksan kışı rahat bir nefes aldılar; ılık bir
gülümseme yüzlerini yumuşattı; Necaşi'ye dua ve teşekkür ederek huzurdan
ayrıldılar.
........
Doksan müslüman, hürriyete kavuşurken Mekke'de
neler oluyordu?
Ebu Talib mahallesi'nin etrafındaki kuşatma
çemberi kuş uçurtmuyor. Mü'minler büyük imtihandalar...
İnsafdan nasipli olan bazı kureyşlilerin
vicdanlarında bir şeyler kıpırdıyor. "Böyle şey mi olur... senin gibi inanmıyor
diye aç bırakarak ceza vermek de ne demek?" Hakim bin Hüzzam da böyle düşünüyor.
Bu düşüncenin dürtmesi ile bir yolunu bulup akrabalarına bir yük gıda maddesi
gönderdi. Yiyecek yerini buldu ama Ebu Cehil, olanı duymuştu. Hakim'in
kapısında. Kıracak gibi yumrukluyor:
-Hakim bin Hüzzam! Çabuk dışarı
çık!..
Hakim, kapıya geldiğinde hakaretin bini bir
para. Ebu Cehil kudurmuş gibi. Boyun damarları şişe şişe bağırıyor:
-Sen hainsin! Ahdnameye ihanet ettin. Asilere
nasıl yiyecek yollarsın? İki yüzlü yalancı. Seni meydan yerine götürüp herkesi
yüzüne tükürteceğim!!! Keza, Ebu Bühter bin Hişam da bir müddettir vicdan
rahatsızlığı duyanlardan.
Ebu Cehil, Hakim'e yüklendikçe yüklenirken
Ebül Bühter de onları seyrediyor... Mütecaviz adamı dinledi, dinledi ve bir an
geldi ki Hakim'in cevap vermesine fırsat kalmadan eline geçirdiği bir odunu
kuduz kafirin kafasına indirdi:
-Yetti be, dedi, sen ne merhamet fukarası bir
canavarmışsın! Adamın suçu ne; nihayet akrabasına iki lokma yiyecek göndermiş.
Akrabalarımızla görüşmeye mani olamazsın anladın mı?
O sırada Hazret-i Hamza oradan geçiyordu. Ebu
Cehil'in kafasına odun yediğini görmüştü. Bunu fark eden kibir putu, mahvoldu ve
pancar gibi bir suratla defolup gitti...
Bu çetin günlerde Haşimoğullarına yiyecek
gönderenlerden biri de Hişam İbni Ömer. Bunun da içine merhamet nurundan
kıvılcımlar düşmüş. Abluka altındaki bölgeye bir gece üç yük yiyecek kaçırdığı
haber alınınca müşrikler Hişam'a ağır bir meydan dayağı attılar...
ve!
-Bir daha böyle bir alçaklık yaparsan seni
öldürürüz, bunu iyi bil!
.. diyerek onu olduğu yerde bırakıp
dağıldılar. Ama adamın içine bir kere nur kıvılcımı düşmüş bulunuyor. Bir
sonraki gece de iki yük yiyecek kaçırdı... Kureyşliler bunu da haber aldılar ve
Hişam bin Ömer'i şiddetle cezalandırmak için peşine düştüler.Lakin onlara Ebu
Süfyan mani oldu...
-Olmaz dedi, bu kadarı fazla! İzinde olduğunuz
insanın kabahati ne? Akrabasına acımak. Acı ya! Buna nasıl engel olursunuz.
Hişam'ın kılına ilişen boyununu kılıcıma sürmüş olur! Bunu böyle bilin! dedi...
Kalabalık homurdana homurdana çözülüp dağıldı...
Rabbimiz bir iyiliği karşılıksız bırakır mı?
Hele o iyilik Resulü ile çilekeş ilk müslümanlara yapılıyorsa... Hakim bin
Hüzzam, Ebül Bühter bin Hişam ve Ebu Süfyan, duydukları o vicdan sızıları
sebebiyle daha sonra islamla şereflendiler.
......
Sıkıntı, sıkıntı sıkıntı,
Yiyecek, giyecek sıkıntısı had safhada kuşatma
üçüncü yıla girdi. N'olacak, bu işin sonu nereye varacak? Bu suali sadece
muhasara altındaki mümin veya Haşimller değil bazı Kureyşliler dekendi kendine
sorup derinden derine rahatsız olmaktadır. "Ahdname" dedikleri Kabe duvarına
asılı şu paçavra artık yırtılıp atılmalıdır. Bu kadar da zulüm olmaz. Bu anlaşma
insanı insanın kurdu yapmıştır... Hişam bin Ömer bin Haris, bu kağıdı yırtmak
için bir müddettir kendi kendine fikirler yürütüp, planlar kuruyor.
Bir gün Zübeyr bin Umeyye! Mahzumi'ye geldi ve
düşüncesini ona açtı.
-Ey Zübeyr! Senin vicdanın hiç sızlanmıyor
mu?
Bak sen bolluk içinde yüzüyorsun. Oradaki
halaların ne halde? Bir tas çormaya, bir eski entariye muhtaç duruma geldiler.
şu Ebu Cehil'in ettiği doğru mu?
Bunu içine sindirebiliyor musun?
Zübeyr, onu keskin bir dikkatle
dinliyordu.
-Doğru dedi, bu insanlık değil. Şayet bana
yardım eden olursa o ahdi bozmaya çalışırım.
-Ben hazırım.
-İki kişi az olur. Bir kişi aha bulaz
mısın?
Bunun üzerine Hişam, Nevfel bin Abdi Menaf'a
gitti; ve:
-Manzara seni rahatsız etmiyor mu? Bak şu gün
bir kısım Abdi menaf evladı açlığa mahkum edilmiş ölümleri bekleniyor. Sen ne
yapıyorsun? Hiç.
-Ama ben yalnız bir insanım ne yapabilirim
ki?
-Hayır yalnız değilsin! Zübeyr de var. böylece
üç kişi oluyoruz, dedi...
Daha sonra bu üç kişiye iki kişi daha eklendi:
Ebül Bühteri ile Abdülmuttalib bin Abdülaziz. Bu beş kişi önce kafa kafaya verip
stratejiyi bir güzel çizdiler... Ertesi gün Kureyşlilerin en kalabalık olduğu
saatte Zübeyr, onlara seslenerek kendilerini sarıp tesir altına almaya
çalışırken gönül birliği ettiği diğer dört arkadaşı meclisin dört ayrı
noktasında bulunacak ve buradan yüksek sesle Zübey'e destek vereceklerdi....
Böylece toplum psikolojik bakımdan hakimiyet altına alınarak hedef alınan
maksada doğru yönlendirilecek.
Öyle yapıldı. Beklenen günde Kabe'nin önü.
Kureyş'in en kalabalık olduğu saatler... Birden bir ses:
Ey Mekkeliler!!!
Bütün başlar sesin geldiği tarafa çevrili ve
bütün gözler sesin sahibini arıyor. Zübeyr, yüksek bir yere çıkmış ateşli
nutkunu veriyor:
-Bir düşünün! Biz refah içinde yüzerken
akrabamız olan insanlar muhasara altında açlıktan neredeyse kırılır duruma
geldiler. Onlar tam üç senedir her varlıktan mahrum halde sıkıntıları
göğüslüyorlar. Çocukların ne suçu var? Onlar bile çekiyor. bu ağır zulüm artık
bitmeli.. bu hata düzelmeli. Ve ben bunu düzelteceğim. "Ahdname" dediğmiz zalim
paçavrayı Kabe duvarından alıp parça parça atmeden, bu kararın yürülüğüne son
vermeden buradan ayrılmayacağım.
Ebu Cehil, cırtlak sesi ile bakışları kendine
çekti:
-Yalan! Yalan söylüyorsun!
-Sen yalan diyorsun! Biz zaten o anlaşmaya ta
o günden muhaliftik, baskı altında evet dedik!..
-Asla! Asla! Ahdnameyi istemiyoruz.
-Ona uymayacağız.
Zübeyr'in arkadaşları dört taraftan Ebu
Cehil'e cevap yetiştiriyorlardı...
Halkdan beklenen sesler yükselmeye
başladı:
-Doğru! Bıktık bu işten. Öz akrabalarımızı
kendi ellerimizle esir aldık; baskı altında inletiyoruz.
Bir anda herkes sustu. Ebu Talip, onlara hitap
ediyordu:
-Ahdnameyi bana getirin?
..............
Ebu Talip, ahdnameyi ne yapacak, neden
istiyor? Kabe önüde deminki tartışmalar olurken Cebrail aleyhisselam, Sevgili
Peygamberimiz'e gelerek bahsi geçen ahdnamenin bir güve tarafınndan yendiğini;
sağlam olarak sadece "Allah" yazılı olan kısmın kaldığını haber vermişti.
Resulullah müjdeyi amcasına duyurdu. Ebu Talip şaşırdır:
Ama, dedi, böyle bir şey varsa sen bunu
nereden biliyorsun. Bizim dışarı ile hiç bir irtibatımız yok ki ne biz dışarı
çıkabiliyoruz, ne gelen var?
-Cebrail'den öğrendim, buyurdular.
-Sen yalan söylemezsin, diyerek yeğeninin
yanından ayrılıp ahdnamenin asılı olduğu duvar dibine geldiğinde münakaşanın bu
konuda olduğunu görmüş ve işte o zaman onu istemişti.
Bazıları ümide kapıldı.
-Yeğenini teslim etmeye geldin değil mi? O
ölmeden bu ikiliğin bitmesi imkansız.
Ebu Talib:
-Ey Kureyş şu anlaşmayı siz kaleme aldınız ve
yine siz mühürlediniz değil mi?
-Evet biz yadık; reislerimiz mühürleri ile
tasdik etti...
-Yeğenim, bir böceğin anlaşma metnini
yediğini, sadece "Allah" yazılı olan kısmın sağlam kaldığını söyledi. Ben doğru
söylediğine inanıyorum. Buna rağmen kağıt sağlamsa O'nu size getireceğim. Şayet
dediği olmuşsa ahdnamenin hükmü kalmasın diyorum razı masınız?
Topluluğun önüüleri bir taraftan merdiven
kurarak ahdnameye uzanırken bir taraftan da Ebu Talib'in dedikleri ile inceden
inceye alay ediyorlardı.
-Böcek, kağıdı yiyecekmiş ama Allah isminin
geçtiği yerden korkup orayı öylece bırakacakmış. ne hayal ya! Bunu diyen şiir
yazsa bari!
Bu gevezeliği yapan lafını bitirdiğinde
ahdnameyi aşağı indirmişti... Herkes merakla başına toplandı.
Muhafaza açıldı ki doğru. Ebu Talib'in haberi
aynen vaki! herkes şaşkınlık içinde:
-Aaa! Hayret, imkansız birşey bu...
Ebu Cehil vaziyeti toparlamaya
çalıştı.
-Heyret edecek ne var?! Büyü işte anlamıyor
musunuz? Benzerlerine kaç kere şahit olduk? Bu da onlardan biri. Hadi Herkes
dağlıp işine baksın.
-İşine baksınmış! Hayır. Bu paçavranın kalanı
da yırtılmadan; andlaşma yürürlükten kaldırılmadan bir yere
gitmeyeceğiz.
-Evet arkadaşlar! Bu iş buraya kadar gider!
Akrabamız kuşatma altında bitti artık.
-Böyle bir ahdi istemiyoruz, bu anlaşmaya razı
değiliz!..
Bu sesler, Zübeyr ve dört arkadaşına
aitti.
Kureyş'in çoğunluğu onlara katıldı. Kağıdı
paramparça ettikten sonra kuşatma hattına saldırarak çemberi yardılar... Kimse
itiraz edemedi. Zira itiraz, bir isyan; büyük bir iç kavgaya sebep olacak ve
belki de müminleri çoğaltacaktı.
Bisetin onuncu yılına girerken müslümanlar,
üstün bir sabır ve metanetle açlık ve yokluk imtihanını da vermiş
oluyorlar...
ebu talib'in ölümü
O hüzünlü Peygambere
Selât ve Selam Olsun
Ebu Talib Hasta.
O'nun hastalğı, evde her şeyi değiştirmişti.
Mekke Reisinin cıvıl cıvıl konağında şimdi dudaklar kilitli gibi. Herkes suskun
ve düşünceli. Konuşan, dillerden çok gidip- gelen ayaklar, alıp-veren eller
bakışıp anlaşan gözlerdir. Evet; Ebu Talib hasta...
Seksenyedilik ihtiyar çınarın bu defa yenik
düşeceği belli....bir fazla söz, yüksekçe söylenecek bir kelime, sanki havanın
tılsımını bozacak ve sanki bu yüzden ölüm çabuklaşacaktır.
Varlığı, her şeye hakimiyet ve tesiri öyle
tabiileşmiş kihayatı O'nsuz düşünmek evdekileri korkulu ürpertilere
itiyor...
Ebu Talib'den mahrum bir hayattan endişe eden
sadece oğlu, kızı, hanımı, gelini değil...daha başkaları da aynı kaygıyı
yaşıyor.
...Hamza müslüman oldu. Ömer de müslüman oldu.
Her gün yeni yeni insanlar müslüman oluyor. Çoğalıyorlar, büyüyorlar,
güçleniyorlar. Ebu Talib'in yokluğu yarısı müslüman, öbür yarısı eski yolunda
yürüyen toplumu gırtlak gırtlağa getirebilir. Öyle görünüyor ki babanın evlada
kılıç çekeceği günler uzak değil. Şu ahled herkes yoluna gitmeli. Barış esas
olsun ve herkes dilediğince inanıp yaşasın. İki tarafı da bağlayıcı böyle bir
sulhü kim kurabilir? Ancak Ebu Talib. Aralarında Ebu Cehil'in de bulunduğu
müşrik mümessilleri hastanın evindeler:
-Geçmiş olsun ya Eba Talib! Sen bizim
ulumuzsun. Ölüm döşeğinde bulunman cümlemizi korkulara sevk ediyor. İstikbalden
ürküyoruz. Yeğeninle aramızdaki ihtilaf malum. Ölmeden evvel bu meseleyi
çözmelisin. O'nu da buraya çağır; hakem ol; aramızı bul. Kimse kimseye
karışmasın. O kendi yoluna, biz kendi yolumuza gidelim.
Başı yastığa gömülü olarak yer yatağında
misafirleri dikkatle dinleyen Ebu Talib, tane tane konuşarak şunları
söyledi:
-Muhammed, emin insan. Hakikate muhalif bir
şeyi O'nda bulamazsınız. Benim size yapacağım bütün nasihatleri fazlası ile
diyecek olan O'dur. Muhammed'i inkar eden sadece lisandır. Vİcdanın reddiyse
imkansız. Söylediklerinin akla aykırı yanı yoktur. Şuna kesin olarak inanıyorum
ki milletimizin fakirleri, kimsesizleri, köylüleri sür'atle O'na bağlanacaklar.
Çevre ülke insanları da müslüman olacak. Kureyş'in O'na tabu olmayan kibarları,
seçkinleri, zenginleri rezil olup sürünecekler. Sağ kalırsam yeğenimi bütün
tehlikelerden korumayı sürdüreceğim. Tevsiyem o ki siz Muhammed'e sahip
çıkınız!...
...dedi ve bir yakının Sevgili Peygamberimize
yollayarak istetti.
Büyük Peygamber, içeri girince emcasına
giderek yanıbaşına oturdu. Müteessir olduğu mahzun yüzünden anlaşılıyordu. Bu
kadar iyiliğini gördüğü bir insanın imandan mahrum olarak beka alemine göçme
ihtimali O'nu elemlere gark ediyordu. Güzel ahlakı en büyük mucizelerinden biri
olan Allah Resulünün oturuşu, susuşu, bakışı bile kibar, ölçülü,
vakurdu...
Ebu Talib, müşfik nazarlarla yeğenine bir
müddet baktıktan sonra doğrudan mezua girdi:
-Gördüğün gibi senin baş düşmanların ve
kavmimizin beyleri buradalar... Benden sonra vaziyetin daha da kötüleşeceğinden
endişeliler. Bu sebeple "Sen hayatta iken kardeşinin oğlu ile aramızı bul;
herkes kendi dininde kalsın; taraflar yekdiğerine müdahale etmesin" teklifini
yapıyorlar. "Hakem ol; vereceğimizi verelim, alacağımızı alalım"
diyorlar...
Bütün dikkatler O'nda toplanmıştı. Ebu Talip,
nefes ala ala konuşurken her şey susmuş ve herkes beklemeye durmuştu.
"Peygamber, muahede teklifine acaba ne
diyecek?"; kafalarındaki soru bu...
Efendimiz, sallallahü aleyhi ve
sellem:
-Mümkün, dedi. Onların benden almalarını
istediğim sadece bir cümle. Eğer bu cümleyi kabullenirlerse araba ve arap
olmayana hakim olurlar.
Ebu Talib hayretle sordu:
-Hepsi bir cümle mi?
-Evet bir cümle!
Ebu Cehil atıldı;
-Aman şunu söyle; biz ona on cümle daha ilave
edelim.
Herkes merakla yeni dinin sahibine bakıyordu.
Sevgili Peygamberimiz, barış şartı olan tek maddeyi açıkladı:
-"La ilahe illallah" diyerek; Allah'a ibadet
edecek, putlardan vazgeçeceksiniz.
Müşriklerin başından bir kazan kaynar su
dökülmüş gibi oldu. Ellerini dizlerine veya birbirine vurarak:
-Ey Muhammed! Sen şu kadar tanrıyı bir tek
ilah mı yapacaksın? Şaşılacak şey!... Bir de ümid vadederek olmayacak bir
teklifle bizi oyalıyorsun, dediler.
Ebu Talib, sulhün akdedilmemesinden mahzun
olmalı ki bir süre sustu ve sonra Peygamberimize hitap etti:
-Şartın hak ve hakikate uygun. Kabulü mümkün
şeyler söyledin...
Amcasının bu konuşması Peygamber aleyhisselamı
sevindirdi.
-Amcacığım öyleyse sen "La ilahe illallah
Muhammedün Resulullah" de. Dedi ki kıyamet günü şefaatçin olabileyim, dedi ve
ısrarla ayın sözü tekrarladı.
Ebu Talib, bu ısrar karşısında:
-Eğer "Yaşlandı da bunayarak müslüman oldu"
veya "Ölümden korktuğu için Müslüman oldu" demeseler didine girerdim. Ama böyle
demelerinden korkarım. O'nun için Kelime-i tevhidi söylemiyeceğim,
dedi.
Peygamberimiz, büyük yardım ve himayesini
gördüğü fedakarlıklarını hiç bir zaman unutamaycağı Ebu Talib'in ebedi felakete
düşmesinden son derece üzülüyordu. Bu yüzden telkine devam etti...hasta az sonra
daha da ağırlaşmıştı. Sevgili Peygamberimiz, ölüm döşeğindeki şu ahiret
yolcusunu bir kere daha imana çağırdı:
-Amcacığım "La ilahe illallah" de mahşerde
mü'min olduğuna şahid ve şefaatçi olayım.
Ebu Cehil ve Abdullah bin Ebu Umeyye araya
girdi:
-Ey Ebu Talib yoksa milletinin dininden vaz mı
geçeceksin?
Cümleyi bir ihtar, kınama alay üslubu ile
söyleyerek Ebu Talib'in gururunu tahrik ettiler.
Buna rağmen mazdarip ve muazzez yeğeni
çırpınıyor; ama, diğerleri de Ebu Talib'in nefsini körüklemeye devam
ediyorlar...
Bahtsız Ebu Talib yeğeni ile müşrikleri bir el
hareketi ile susturdu ve nihai kararını açıkladı:
-Boşuna yorulmayın! Ben eski dinim üzre
öleceğim. Millitemin yolundan ayrılamam. Muhammedi olursam Kureyş kadınlarının
"elinde büyüttüğü birine tabi oldu" diye arkamdan gülmelerine korkarım!... Şu
var ki seni ne kadar sevdiğimi bilirsin. İncinmeni istemem. Bunlar, benden sonra
sana eziyeti arttırabilirler. Bu sebeple Tai'e, dayın Neccaroğulları'na
git...
Allah Resulü
-Ey amca şunu iyi bil ki, Allah tarafından men
olununcaya kadar affın için dua edeceğim, karşılığını verdi.
Az sonra Ebu Talib, bir şeyler mırıldanarak
öldü. O, bir şeyler mırıldanırken Abbas kulağını kardeşinin ağzına götürmüş ve
Sevgili Peygamberimiz'e "dediğin kelimeyi söyledi" haberini vermişti...ancak,
Resulullah bunu "ben işitmedim" diyerek reddetti. Üstelik Abbas henüz müslüman
olmadığı için şahadeti makbul değil...
O'nun seksenyedi yaşında göç ettiği gün, aziz
Peygamberimiz, kırkdokuz yaşından sekiz ay onbir gün almışlardı.
Amcasının böyle gayri müslim olarak dünyasını
değiştirmesi inceler incesi rahmeten lilalemin'i büyük kederlere sürükledi... Ve
evine kapanarak Rabbine yalvarmaya başladı...bunu gören eshabı kiram da
evlerinden çıkmayarak kendi geçmişlerinin affı için gözyaşı döker
oldular.
Fakat, Cenab-ı Hak buna razı değil.
Önce Tevbe Suresi yüzonüçüncü ayeti kerimesi
gelerek bu hal yasaklandı:
-Peygambere ve diğer müminlere müşrikler için
mağfiret talep etmek yoktur.
Sonra da Allahü teala, Kasas Suresi
ellialtıncı ayeti kerimesi ile habibine seslendi:
-Muhakkak ki sen sevdiğin kimseye hidayet
edemezsin; ancak Allah, dilediğine hidayet eder.
Eshabı Kiram soruyor:
-Ya Resulallah! Ebu Talib'in zat-ı alinize şu
kadar hizmeti oldu. Bu hizmetlernin yararını hiç göremeyecek mi?
-Evet, faydasını gördü. Ben O'nu cehennemin
derin yerlerinde buldum; daha serin bir yere çıkardım, ateş, amcamın sadece
topuğuna kadar çıkabilmekte.
AnaSayfa ................... Cilt-6
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder