Cilt 2
SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 2
Geçim sıkıntısı, son haddinde:
Araplar, yiyecek bulamıyor.
Kıtlık arttıkça artmakta...
İşte; tam o sırada herkesin, açlıktan bir bir
ölüp gideceği düşünülürken, bir mucize oldu; bir bolluk, bir zenginlik...
kumlardan nimet fışkırıyor gibi.
Kıtlığı, bolluğa çeviren bu mucizeye sebeb,
Muhammedi nur'un anneye geçmesi. Muhammedi nur'un anneler annesine geçmesi ile
de kavruk çölde muazzam değişiklik ve bereket.
Ticaret canlı, piyasa hareketli. Abdullah da
bir Kureyş kervanı ile taşraya alış verişe gidiyor. Ama Abdullah; on sekiz
yaşındaki o güzelim delikanlı bunun son yolculuğu olduğunu; geri dönerek hanımı
ile doğacak çocuğunu göremeyeceğini nerede bilebilirdi... Alınan alındı, satılan
satıldı ve kervan dönüşe geçti. Medine'ye gelmişlerdi ki, o genç ve dinç
Abdullah, birdenbire hastalandı... kısa bir rahatsızlık ve dayılarının evinde bu
dünyaya veda...
Melekler, hayrette...
-Ya Rab! Resulün yetim kaldı!
Yüce Alalh, cevap verdi:
O'nun koruyucusu ve yardımcısı
benim!...
......................
Acı haber Mekke'ye tez ulaştı. Amine ile baba
Abdülmuttalib ve kardeşlerde üzüntü derin ve büyük. Ağabey Haris, Medine'ye
vardığında Abdullah, Dar-ı Nabiga'da bir tümseğin altındadır.
Herşey fani ve boş...
Baki olan Allah; güzel olan, gelen
sevgili...
Kederli Amine, hamileliğinin altıncı ayında
bir rüya görüyor. Rüya değil bir hal; bir hakikat. Bir adam, mübarek anneye
nasihat vermekte:
-"Ya Amine! Tereddütsüz inan ki sen
insanların en hayırlısına hamilesin. Doğduğunda ismini Ahmed veya Muhammed
koy!"
Bu bir ilahi müjde.
Amine, rüyada kendisine söylenene
sadık...
Zaman akıyor...
Nihayet vakit tamam.
Ayı ve günü ile eksiksiz ve kusursuz
an...
Hicretten elliüç sene evvel, Nuşirevan
hükümetininin kırk ikinci yılı, fil vak'asından iki ay kadar sonra Rabiulevvel
ayının onikisi ve miladi 571 tarihih yirmi nisanı... nisan ki mevsimlerin en
güzeli, baharın en gözde ayı.
Nisan'ın 20'si; zamanın olgun bir çağı ve
tabiatın renk ve koku çağlayanına dönüşmesi...
Sabaha karşı.
Güneş, henüz doğmamıştı; tan yeri ahenk ve
ihtişamla ağrıyor...
Günlerden Pazartesi. Pazartesi, hayatlarında
dalma dönüm noktası... doğumları, Hacerül Esved taşını yerine koymaları,
Peygamberlik gelişi, Hicretleri, Medine'ye varışları, vefatlır hep Pazartesi
günleri... Ani bir ses yankılanması. annede korku. Korku ile beraber beyaz bir
kuş ortaya çıkıyor ve şefkatli kanatları ile Hazret-i Amine'nin sıtını
sıvazlıyor. O dakika korkunun yerini kalb huzuru ve gönül rahatlığı alıyor. Ama
susamamak mümkün değil; dili damağına yapışıyor; gaipden beyaz bir kab ile süt
gibi ak bir şerbet uzatılıyor. Baldan daha tatlı bu soğuk şerbeti içtiği an
susuzluğu diniyor ve kendisi ile birlikte evi bir nur kaplıyor. Nasibli mekana
gök delinmişcesine sağnak sağnak nur yağmakta.
Allah'ın Sevgilisi'nin doğumu ile dünyayı
şereflendirdiği mübarek ve muhteşem an.
Amine'de hamilelik ve doğumdan dolayı ne bir
ağrı, ne sızı var.
Meşhur Abdi Menaf kızları gibi hurma misali
uzun boylu, narin yapılı, güneş yüzlü huriler odayı doldurmuş, genç anne ve
biricik bebeğe hizmet veriyor.
Mübarek Peygamberimiz, doğar doğmaz başı
secdede:
-Lailahe illallah, inni Resulullah /
Allah'dan başka ilah yokdur ve ben O'nun resulüyüm.
Alnı secdede ve şehadet parmağı
havada...
Ve udaklarında bir cümle.
-Ümmetim, ümmetim!
Bebek, melekler tarafından sünnet edilmiş,
göbeği kesilmiş ve tertemiz.
Bu esnada göklerden yere perde gibi upuzun
bir kumaş sarkıyor.
... ve bir ses:
-O'nu insanlardan gizleyin!
Annenin etrafında melekler. Anne terliyor.
Fakat cildinden ter değil, miskten rayihalar yükselmekte.
Ve bir sürü kuş. Zümrüt gagalı, yakut kanatlı
bu kuşlar, bir yere konmadan havada duruyor ve; gümüş ibrikler
taşıyorlar.
Amine'nin gözünden perde kaldırılmış. Bir
uçtan bir uca kainat nurla dolu; ta Busra köşkleri görünüyor. Ve üç bayrak; Biri
doğuda, biri batıda, biri Kabe'nin üzerinde. Annelerin en azizi, görüyor
bunları. Sonra nurdan bir beyaz bulut, yavruyu alıp gözden
kayboluyor.
Bulut giderken bir ses:
-O'nu doğudan batıya kadar gezdirin.
Paygamberlerin doğduğu yerleregötürün ki bereket hasıl olsun ve dualarını alsın.
Atası İbrahim aleyhisselam'a arz etmeyi unutmayın. Ayrıca denizlerde de
dolaştırın. Bütün alem ismi ve cismi ile kendisini tanısın!
Bir zaman sonra, Peygamber efendimizi
kundaklı halde geri getirdiler. Elinde üç tane analtar var:
Peygamberlik,
Zafer ve
Şeref sembolü üç anahtar.
Az bir zaman geçmişti ki öncekilerden de
büyük, yine bulut şeklinde bir nur daha yere indi. Buluttan kuşların kanat
çırpışı ve at kişnemeleri işitiliyor.
Nur, aziz bebeği alıp uzaklaşırken bir
nida:
-Muhammed aleyhisselam'a cin ve insanları
takdim edin; ve O'nu peygamberlerin ahlak denizinde yıkayın. Az bir zaman sonra
onsekizbin alamin sultanını, saf ve tatlı zülal suyu damlayan bir ipeğe sarılı
olarak geri getirdiler. Adem aleyhisselam'ın temizliği, Nuh aleyhisselamın
inceliği, İbrahim aleyhisselam'ın dostluğu, İsmail aleyhisselam'ın lisanı, Yusuf
aleyhisselam'ın güzelliği, Yakub aleyhisselam'ın müjdesi, Eyyub aleyhisselam'ın
sabrı, Yahya aleyhisselam'ın zühdü, İsa aleyhisselam'ın cömertliği O'na
verilmişti.
Gün yüzlü üç kişi göründü. Birinin elinde
misk dolu gümüş bir ibrik, brinde yeşil zümrütten bir leğen, üçüncüsünde ipek
bir kumaş vardı. Bunlar evin dört köşesine birer sancak diktiler ve:
İşte dünyanın dört bucağına misal! O, hangi
tarafa gitse bu sancak elinde olacaktır, dediler. Sonra da mübareğin baş ve
ayaklarını zümrüt leğende yıkadılar. Bir ses duyuldu:
-O'nu Kabe'ye götürün; Kabe'yi O'na kıble
yapacağım! Ve O'nu ipek bir kumaşa sararak güzel bir kundak yaptılar. Üçüncü
kişi, kundağı kısa bir müddet kolunun altında tuttu.
...Cennetin hazinedarı Rıdvan ismindeki melek
olan bu üçüncü şahıs, daha sonra efendimize:
-Ya Muhammed! Bütün Peygamberlerin ilmi sana
verildi. Şecaat meş'alesi senin üzerinde yükseldi, zaferin anahtarı eline
tutuşturuldu. Senin heybet ve azametin göklerden duyuldu. Müjdeler olsun! Her
kim adını yüreği titrer ve kalbine korku düşer. Sana müjdeler olsun! Müjdeler
olsun ki yüce Allah, bütün iyi huyları ve güzel ahları sana verdi, dedi ve
başına güzel koku sürdü, saçını taradı, gözlerini sürmeledi ve bebekle birlikte
gözden kayboldu.
...aradan üç gün geçmiştir. Bebek
görünürlerde yok; bir kaç yardımcı hanımın dışında Amine'nin akrabalarından da
kimse görünmüyor.
Anne merak ve endişe dolu...
O merak ve endişe ile çocuğunu düşünürken
Rıdvan, Sevgili Paygamberimizi geri getirdi. Yüzü, ayın ondördü gibi parlak ve
misk kokuyor. Melek:
-Bütün yeryüzünü O'na arzettim. Adem
aleyhisselam'a götürdüğümde insanların babası, bebeği bağrına basarak "sana
müjdeler olsun! Sen, senden önce ve sonra yaradılmışların efendisisin" dedi,
diyerek olanları anlattı ve bir an kayolduktan sonra, tekrar görünüp bebekle
konuştu:
-Ey dünya ve ahiretin en makbulü! Yolların en
güzeli senin yolun! Ümmetin kıyamet günü seninle haşrolunacaktır! müjdesini
verdi ve uzaklaşıp gitti...
Allahümme salli ala seyyidina
Muhammed...
Yerde Gökte Övülen
ismi söylenecek dillerde ebed
muhammed mustafa, mahmud ahmed
(Muallim m. Receb efendi)
Büyükbaba Abdülmuttalip, doğum sırasında
Kabe-i şerif'te Allahü teala'ya dua ile meşguldür. Kabe'nin birden bire makam-ı
İbrahim'e doğru secde edip doğrulduktan sonra düzgün bir lisan ile:
-Allahü ekber! Muhammed, beni putlardan
temizliyecektir! dediğine ve bu konuşmadan sonra da Hübel ismindeki en iri putun
yüzüstü yere düştüğüne şahid oldu.
Kulağına hafiften bir ses geliyor:
-Bu gece Amine'nin oğlu oldu. Çocuğun üzerine
rahmet bulutları indi. Kudüs'ten bir leğen getirerek O'nu yıkadılar. Muhammed,
insanları inkar kanlığından hidayet aydınlığına kavuşturacaktır. Hak teala,
O'nu, alemlere rahmet olarak gönderdi. Ey melekler! Şahid olun ki, O'na bütün
hazinelerin anahtarı verildi. Doğduğu günü unutmayın.O gün, kıyamete kadar
bayramınız olsun!
Görüp, işttiklerinden şaşkınn dönen
Abdülmuttalib, kendini bir an uykuda sanır ama; değildir. Bir süre dili tutulur.
Derhal dışarı fırlar. Safa'dadır. Safa tepesini yükselmiş, Merve tepesini
hareketli olarak görür. Bir ses duyuyor:
-Ey Kureyş'in efendisi, neden
korkuyorsun?
Ama cevap verecek mecal nerede? O şaşkınlıkla
yola koyulur. Eve yaklaştığında damda kanatları ile çatıyı örtmüş bir beyaz kuş
görür. öyle beyaz ki, nurundan Mekke dağları parlıyor.
Garip olaylar... gariplik üstüne geriplik.
Kapıda ise bir beyaz bulut. Bulutta kim bilir ne var? Abdülmuttalib içeri
giremiyor. Çaresiz bir müddet oturup bekleyecektir. Yakıcı bir güzel koku
genzine dolmakta. Ancak bu bekleme nereye kadar? Kapıya yönelir ve bir kaç kere
hızla vurur:
-Çabuk aç Amine! olanlardan aklımı
kaybedeceğim! Kapı açılır! Abdülmuttalib, Aminenin alnında nuru göremeyince
sorar!
-Nura ne oldu kızım?
-Doğum yaptım; nur, oğluma geçti babacığım.
Ve doğum esnasında çok tuhaf şeyler yaşadım.
-Ama sende doğum yapmış bir kadın hali yok
ki!!.
-Evet doğru. Baştan başa inanılmaz hadiseler
içindeyim. Mesela damda gördüğün o beyaz kuş, bebeğe süt vermek için benimle
mücadele etti...
-Öyleyse torunumu getir göreyim!..
-Şimdilik imkansız!.. Demin biri gelerek O'nu
zümrüt bir leğende yıkadı ve "Üç gün kimseye gösterme" diye emir
verdi...
Yaşadıkları ve duydukları ile Abdülmuttalib,
kendini kaybetmiş gibi idi; kılıcına davrandı.
-Çabuk çocuğu göster yoksa ya seni ya kendimi
helak edeceğim, diye hiddetlendi.
Amine, kayınpederinin ısrarı üzerine
çocuğunun götürüldüğü evi tarif etti. Abdülmuttalib, elinde kılıç ve heybetli
biri duruyodu; niyetini anlayınca Abdülmuttalib'in üzerine yürüdü ve:
-Çabuk buradan savuş! Hiç kimse üç günden
önce O'nu göremez. Çünkü bütün meleklerin ziyaret etmesi lazım, diiyerek
büyükbabayı geldiği gibi geri çevirdi.
Abdülmuttalib'i; o cesur insanı korku ve
titreme kapladı ve hatta kılıç, elinden kayıp yere düştü. Hemen Kureyş'e gidip
başından geçenleri nakletmek istedi ise de yedi gün dili tutuldu ve tek kelime
konuşamadı. Aynı şekilde bu yedi gün içinde dünyanın diğer idarecileri de lal
olacak ve onlar da konuşamayacaktır.
........................
Mekke'de Safa tepesi civarındaki
Haşimoğulları mahallesi; bugün "Mevlid Sokağı" denilen baba evinde
yaradılmışların en üstünü alemi aydınlatırken bu mes'ud anın şahidleri de
vardır:
Doğumdaki hanımların biri, Peygamberimizin
halası Safiye hadun'du.
-O'nun doğumunda Amine'nin evinde idim.Altı
ayrı mucizeyi yaşadım.
-Doğar doğmaz başını yere koyup Rabbine secde
etti.
-La ilahe illallah ini Resulullah,
dedi.
-Sacdede bir şey söylüyordu sanki. Yaklaşıp
dinlediğimde "Ümmetim, ümmetim" dediğini işittim.
-Orada öyle bir nur parladı ki her taraf ışık
içinde kaldı. Yavruyu yıkamak istediğimde; "ey Safiye zahmet etme; biz O'nu
yıkanmış olarak gönderdik.!" şeklinde meçhul bir duydum.
-Sünnet olmuş ve göbeği kesik idi.
-Kundak yapacağım sırada sırdında bir mühür
gördüm. Kürek kemiklerinin arasında ve iri bir ben büyüklüğünde olan bu mühürde
tüylerle.
"La ilahe illallah Muhammedün Resulullah
yazılıyordu.
.....................
O gece ben de Amine'nin yanındaydım. Doğum
sırasında bir an semaya baktım. Yıldızlar yeryüzüne el uzatıp toplanacak kadar
yakındı. Doğumu takiben dört yanımızdan öyle bir nur fışkırdıki her şey
kayboldu; bir nur denizinde gibi idik". Bunlar da Osman bin ebi As'ın annesi
Fatıma-i Sekafi hanıma ait cümleler.
şifa hatun ise efendimizin ebesi... elime
geldiğinde yalvarıp durmaya başladı. Bu sırada gaibden bir ses duydum:
(Yerhümüke Rabbüke) hitabı ile bebeğe dua etti. Ve derhal bur nur zuhur etti. Bu
nur sebebi ile bir anda çatı ve duvarlar yok oldu. Dünyanın bir ucundan öbür
ucuna her şey gözümüzün önünde idi. Binlerce kilometrelik uzaklıktaki Şam'ın
köşkleri açık-seçik görülüyordu. Korkup titremeye başladım Ötelerden sesler
geliyordu:
-Bu güzeller güzeli çocuğu nereye
götürelim?
-Bir tahtı revana bindirerek bir göz kırpacak
zamanda bütün bürek yerleri gezdirip getirelim.
Bu konuşmanın ardından sakinleştim. Biraz
sonra yeniden sesler duyuyordum:
-Bu göz nuru çocuğu nereye
götürdünüz?
-Doğunun bütün kudsi makamlarını gezdirdik.
İbrahim aleyhisselam, O'nu bağrına basıp dua ettikten sonra şöyle dedi: "Ey
evladım! dünya ve ahiretin izzet ve şerefi sana verildi. Sana ne mutlu.
Peygamberliğini tasdik ve yolunu tercih edenler kıyamet günü seninle birlikte
dirilecektir." Bu işaretlerin ilahi manalar taşığı belli idi... "Acaba ne
olacak?" diye yıllarca merak ettim. Nihayet peygamberliğini açıklayınca o
ihtiyar yaşımda hiç duraksamadan tebliğ ettiği dini kabul ettim ve ilk
mü'minlerden oldum.
Abdulmüttalib, eve geldiğinde doğumun
üzerinden üç gün geçmişti. Çocuğu görüp sevdi ve gelini ile hangi ismi
koyacaklarını konuştu... Amine, hamile iken gödügü rüyada:
"-Sen, insanların en hayırlısı ve kainatın
efendisine hamilesin. O- dünyayı zinetlendirdiği zaman "hasedçilerin şerrinden
korunması için bir olan Allah'a sığınım" diye dua et ve Ahmed ve Muhammed ismini
ver" dendiğini anlattı ve kindisinin Ahmed'i tercih ettiğini söyledi; anne,
devamla doğum sırasında gördüğü harikuladelikeri naklediyor: O anda her taraf
nurla dolu ve gözümden perde kalkmış; uzaklar yakın olmuştu. Şam ve Busra'nın
çarşı ve sarayları; hatta Busra'nın develeri gözler önünde.
Dede ise yavruya Muhammed ismini koydu.
Böylece ilahi murad yerini buldu ve O'na o güne kadar kimseye nasip olmamış bir
isim verildi.
Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine
yedinci gün bütün Mekke halkına üç gün süreyle ziyafet verdi. Bu ziyafetten
başka bir de her mahallede develer kestirdi. Yemeğe gelenler "Muhammed" ismini
duyunca atalarında böyle bir geleneğe tesadüf edilmediği için sebebini sormaktan
kendilerini alamadılar. Dede:
-Yerlerde ve göklerde tanınsın ve övülsün
istidim; ve bu ismi koydum.
Daha sonra torununu alarak Kabe-i şerif'e
götürdü. Yavrucak dedenin kollarında mışıl mışıl uyuyor. Abdülmuttalib, ziyaret
ve duadan sonra yetime içli bir şiir söyleyerek sevgili efenidimizi annesine
getirdi ve gelinine:
-Ey benim asil gelinim, çocuğu iyi koru!
torunumun şanı yüce olacaktır. Dikkatin hep üzerinde olsun! Aman gafil
olmayasın! tenbihinde bulundu.
Peygamberimizin dünyayı teşrif etmelerinin
ertesinde yahudilerde telaş ve üzüntü müşahede ediliyordu. İsmi "Ahmed" olan
ahir zaman peygamberinin doğacağını tevratta okuyor, alimlerinden dinliyor,
kahinlerden haber alıyor ve doğumun vukuuna dair emareleri
gözlüyorlardı...
Beklenen yıldız doğmuştu. Acaba dünyaya gelen
bebekte öbür işaretler de varmıydı?
... evet onlar da vardı. Gelen haberlerde
çocuğun, nur yüzlü, sünnet olmuş ve göbeği kesik oldu4u bildiriliyor; bir
bulutun gelerek kendisini götürdüğü ve üç gün halka gösterilmediği ilave
ediliyordu...
-Tevratın yazdıkları doğru çıktı, dedi yahudi
alimleri...
Bir musevi ise çocuğu görmek istedi... Hane-i
saadete geldiler. Bebeğin gözlerine bakar bakmaz adam, kendini kaybetti. Aklı
başına gelip yerden doğrulurken hazır bulunan Kureyşlilerin alaylı alaylı
güldüklerini görünce öfke iele bağırdı:
-Ey Kureyş mensupları! Ey Kureyşliler! Tevrat
hakkı için söylüyorum; bana kulak verin! Gördüğünüz bu çocuk işte o
peygamberdir. İsmi maşrıktan mağribe kadar yayılacak ve sizi... evet, sizi
kılıçla yola getirecektir! Nübüvvet, israiloğullarından gitti artık,
kahkahalarınıza devam edebilirsiniz!. diyerek orayı terketti.
Yine aynı günlerde bir sabahın er vaktinde
bir tepede bir grup yahudinin feryadu-figanına şahid olunuyordu... ortada bir
yadi, çevresinde dindaşları bir söylüyor, bin döküyorlardı. Görenler
şaşkın:
-Hayrola, ne oldu, ne var böyle kendinizi
paralıyorsunuz?
-Ah, aah!.. beklenen gün geldi; kızıl yıldız
göründü. Bu yıldız ne zaman doğsa bir peygamber dünyaya gelir. Demek ki,
Muhammed doğdu. Daha ne olsun? Peygamberlik bizden gitti.
Soranlar gülüşerek yanlarından
ayrıldılar.
Musevilerin ağızlarını bıçak açmıyordu. Bir
yahudi, yolda Abdülmuttalib'i gördü:
-Ey Kureyş reisi, çocuğa ne isim
verdiniz?
-Muhammed...
-Öyle mi! demek öyle? diyerek mırıldandı...
Paygamber olduğuna dair üç delil bir araya geldi; kızıl yıldızın doğması,
isminin Muhammed konması ve üçüncüsü de asil bir aileden olması.
Aynı günlerde Medine sokaklarında da bir
yahudi saçını başını yoluyordu.
Evet, O ebedi sultan doğdu....
O doğdu; Şam'da bin seneden bu yana akmayan
Save nehrinin kuru yatağı su ile doldu, taştı.
O doğdu; ateşgedenin söndüğü gece İran
hükümdarı Kisra'nın eşsiz güzellikteki sarayının ondört kulesi
yıkıldı.
O doğdu; doğduğu gece Kisra'nın sarayının
kulelerinden başka Dicle kıyısındaki nefis sulara battı ve Kisra, canını zor
kurtardı.
O doğdu; devrin ileri gelenleri garip garip
rüyalar gördüler.
Rüyaların, Şam'an Irak'ın, İran'ın,Dicle'nin,
Fırat'ın İslamın mülkü olacağını haber verdiğine dair en namlı kahinler yorumlar
yaptı.
O doğdu; insandan gayri bütün mahlukat O'nu
emzirmek için yarışa girdi.
...Ve O doğdu; büyücüler gelecekten haber
vermezler oldular.
Aleyhissalatü vesselam.
Doğumu ile cihanı aydınlatan o nura selam
olsun. O doğmasaydı;
Ya O doğmasaydı!..
Biz ne olurduk?
SÜTANNE
CANIM KURBAN OLSUN SENİN YOLUNA
ADI GÜZEL, KENDİ GÜZEL MUHAMMED
(Yunus Emre)
Beni Sa'd aşireti,arablar arasında şeref ve
cömertliği ile nam yapmış bir kabile; arapçayı çok mükemmel bir şekilde
konuşmaları ise diğer meziyetleri.
Peygamber efendimizin doğduğu tarihlerde
görülmemiş bir kuraklık ve bu kuraklıkla gelen kıtlık,Beni Sa'd yurdu Badiye
taraflarında ne varsa silip süpürmüş. Midelere günlerce bir şey girmediği vaki.
Anneler, çocuklarını doyuramıyor. Ağaçlar dahi kupkuru.
Açlık, böyle herkesi dize getirmişken bu
kabilemin Züveyb oğullarından Halime ismindeki hanım, bir çocuk doğurdu. Ama
kadıncaız bitkin. Doğum rahatsızlığı ve açlık, kolunu kanadını kırmış... beden
ve şuur uyuşmuş gibi. Günlerdir aç. Yerle-gök, gece ile gündüzü ayıramaz halde.
Böyle iken yine de sızlanmıyor. Allah'tan gelene razı. Tevekkül ve teslimiyet
içinde.
Halime, bir gece sahrada bitkinlikten uyuya
kaldı. Gökyüzünde ışıl-ışıl yıldızlar kaynarşırken O, başını koyduğu kumlarda
bir rüya görüyor:
"Bir adam, önce kendisine buz gibi bir su
veriyor ve sonra soruyor:
-Beni tanıdın mı?
-Hayır!
-Ben, senin sıkıntılı zamanlarda ettiğin hamd
ve şükürüm. Ey Halime; Mekke'ye git! Oraya gidersen kazancın çok yüksek olacak;
bir nuru evlad edineceksin, dedikten sonra rızkının bolluğu, sütünün çokluğu
için dua etti."
Uyandığında karnında bir tokluk ve halinde
bir dinçlik hissetti. Ancak; kabile mensublarının, açlıktan çıkardığı iniltiler
insanı, perişan ediyordu.
Halimelerin çelimsiz bir merkeb, sütü
çekilmiş bir deve ile bir miktar koyun ve keçileri bütün servetlerini meydana
getiriyor.
Halime'nin sütü, yeni doğmuş olan Damra'ya
yetmediğinden bebek aç kalıyor ve ağlaması ile anneyi geceler boyu
uyutmuyor.
..................
Beni Sa'd aşiretinin çocuk emziren hanımları,
ilkbaha ve sonbaharda Mekke'ye iner; her kadın bir bebek alır, ona sütannelik
eder, terbiye ve yetişmeleri ile meşgul olur; Badiyenin güzel suları ve kekik
kokan yayla havasında serpilip gürbüzleşen çocuklar, bir kaç sene geçince
ailelerine geri verilir ve karşılığında bol kazanç elde ederlerdi... bu, öteden
beri sürüp gelen bir adetti. Böylece hali vakti yerinde olan aileler,
çocuklarını Mekke'nin bunaltıcı havasından kurtarak, daha iyi bir iklimde ve
mürebbiyeler nezaretinde büyütürlerdi...
O günlerde kabilenin genç hanımları,
sütannelik yapacakları bebek bulmak üzere Mekke'ye doğru yola çıkma
hazırlığında.
Kafileye katılan Halime ve kocası, yanlarına
çocukları ile merkep ve deveyi de aldılar.
...................
Kervan, kona-göçe şehire doğru yürürken,
gaibten bir ses geliyor:
-Ey Beni Sa'd kadınları, çabuk olun; çabuk
olun ki Mekke'de doğan eşsiz çocuğu göresiniz.
Bu sözleri duyan Beni Sa'd'ın genç hanımları
daha hızlandılar.
Halime, merkebin üstünde, önünde Damra.
Hayvan açlıktan zor yürüyor. Bitkin ve mecalsiz.
Haris, hanımını uyanıyor:
-Gayret, daha çabuk Halime! Kervanın şehre
varmasına bir şey kalmadı; bizse hala buradayız. Öbür kadınlar eşraftan
çocukları alacaklar. Korkarım eli boş döneceğiz. Sonra müteessir
olursun.
Halime hatun, ne kadar uğraştıysa
arkadaşlarına yetişemedi.
O, böyle yolları aşmak için didinirken,
sağından solundan sesler geliyor. Yine meçhul, yine ümid veren yeni heberler
taşıyan sesler:
-Müjdeler sana Halime! O nuru emzirme saadeti
senin olacak...
Kervan, arayı açmıştı! Halimeler çok
geride.
Bir dağın eteğinden geçiyorlar. Sarp dağ
yarığından upuzun boylu biri, Halime'ye görünüyor. Elinden bir mızrak var.
Halime ürküntülü. Adam elini merkebin üstüne koyarak konuşuyor:
-Ey Halime; Hak teala sana müjdeler yolladı.
Ben seni şeytandan ve düşmandan korumakla vazifeliyim...
Mızraklı şahıs kayboluyor.
Halime kocasına:
-Benim görüp işittiklerimin farkında
mısın?
-Değilim ama korkular geçirdiğini
anlıyorum.
Şimdi, kervandan iyice kopmuş olan karı-koca,
deve ve merkeplerine az daha hız vermeyi başararak, geceyi Mekke'ye üç kilometre
kadar mesafede olan bir handa geçirdiler.
Yorgun yolcular, erkenden yataklard. Halime,
yine bir rüya görüyor. baş ucumda yeşil bir ağaç. dalları ile O'nu gölgeliyor.
Ağacın ortasından ikinci bir ağaç uzuyor; bol meyveli bir hurma bu. Beni Sa'd
kızları Halime'nin etrafında pervane olmuş dönüyor ve bir taraftan da tatlı
tabessümlerle O'na iltifatlar yağdırıyorlar.
-"Sen bizim melikemizsin, sen bizim
sultanımızsın."
İkinci ağaçtan bir hhurma tanesi yanına
düşer. Hurmayı alıp yiyen Halime, ondaki lezzeti efendimizi emzirinceye kadar,
damağında duymaya devam edecektir.
Rüyayı kimseye açmaz. Belli ki bir şeyler
olacak, bir şeyler yaşanacak. Meshul sesler, yalnız O'nun gözüne görünen
insanlar, tadı uyanıkken de devam eden rüyalar!.. Bu sebeple rüyasını açıklamaz;
herşeyi seyrine bırakır.
Ertesi sabah bir Pazartesi. Yine yoldalar.
İşte, Mekke, kerpiç evleri ile yavaş yavaş ufuktan yükseliyor.
Cenab-ı peygamber sallallahü aleyhi ve sellem
efendimiz, dünyaya gelince kendilerini ilk bir hafta kadar anneleri; dört aya
yakın da Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe hatun, oğlu Meshur'la emzidi.
Ebu Leheb, dünyaya gelen inci tanesinin
amcası Süveybe, mevlid vuku bulunca, hemen efendisine koşarak "bir yeğeniniz
oldu" diye müjde veriyor. İleride amansız bir İslam düşmanı kesilecek olan Ebu
Leheb, sevinçli. Bu sevinç sırf akrabalık sebebiyle de olsa, Habibullah'ın
dünyayı teşrifine sevinmesi O'nun, cehennemde Pazartesi günleri azabının
hafiflemesine yol açacak; ve yeğeninin doğum gününde, parmaklarının rasından
akan suyu emerek sükunet bulacaktır.
Evet! Ebu Leheb keyifli. Bir yeğeni olmuş;
sülelesi bir kişi daha kazanmıştır. Bu keyifle Süveybe'yi azad etti. Süveybe,
artık hür bir kadan. Sevgili Peygamberimizin alemlere rahmet oluşundan ilk
istifade eden insanlardan biri sütannelerden Süveybe Hatun. daha önce Hazret-i
Hamzay'ı sonradan da Ebu Seleme'yi emziren şanslı kadan.
Ancak O mübarek çocuk, her Mekke'de kalamaz.
Adet gereği O'nun da gelen süt annelerden biri ile anlaşılarak yaylalara
gönderilmesi lazımdır.
Abdülmuttalib, Kureyş'in emiri olsun da
torununu bunaltıcı Mekke sıcağında büyütsün. O narin yavru, bu iklime nasıl
dayanır; kendisi nasıl tahammül ederdi?!..
Nitekim asil insanlar diyarı Beni Sa'd'dan
çocuk arayan hanımlar da gelmemişmiydi?
Muhammed aleyhisselam'ı hemen bütün hanımlara
teklif ettiler; ama babasının hayatta olmadığını anlayınca "hem babası yok, hem
malı; anne ile dede ne verebilir ki" diye düşündüklerinden iki cihan Sultanı'nı
kabul eden olmadı. Herkes, babası zengin çocuk peşinde; herkes, babadan ücret
bekliyor. Halbuki O yetimin ücretinin madde ile ifadesi mümkün değil. O'nun
mükafatını Allahü teala, ihsan edecektir.
Her Beni Sa'd'li hanım, iyi halli bir aile
çocuğu bulduktan nice sonra Halime ve kocası Mekke'ye gelebildiler.
Üstelik Damra da hasta. Hatta hayatından ümid
kesmek üzereler. Fakat Mekke'ye vardıklarından yavru gözlerini açar ve annesine
gülümser. Halime hatun, Damra'yı kocası ile kızı Şeyma'ya bırakarak şöyle hali
vakti yerinde bir ailenin çocuğunu aramaya koyulur... ama ne gezer. Arkadaşları,
ne kadar zengin çocuğu varsa alıp götürmüşler. Halime üzgün. Hatta geldiğine, bu
kadar meşakkati çektiğine pişman.
İyi de Halime, niçin duyduğu sesleri, gördüğü
adamı, gördüğü rüyayı hatırlamaz?
Badiye Yaylası
HAZRETİ HAK OLUNCA MEDDAHIN
NİCE MEDH EYLEYE, SENİ YAHYA
(Şeyhülislam Yahya Efendi)
Emzirecek çocuk almamış olan hanım kaldı
mı?
Halime hatun, çaresizlikten tan bunalmış bir
anda iken karşıdan gelen yaşlı biri böyle sesleniyordu... Badiyeli hanım
duraladı. Ümid ve itimad veren tavrı; soylu hali ile dikkati çeken bu adam kim
ki? yanındakilere soruyor:
-Kim bu zat?
-O Kureyş'in efendisi
Abdülmuttalib'dir.
Verilen bu bilgi üzerine Halime,
Abdülmuttalib'e giderek kendisini tanıtıyor ve çocuk bulamadığnı arz
ediyor.
Yaşlı adam, hanımın ismini Halime ve
aşiretinin Beni Sa'd olduğunu işitince tebessüm ederek:
Sende iki haslet biraraya gelmiş kızım,diyor.
İsmin yumuşaklık, aşiretin mübarek manasını taşıyor. Zaten bu dünya ve öte
dünyanın kıymeti bu iki güzelliktedir... ey Halime! Benim yetim bir torunum var.
senin bütün arkadaşlarına söyledim, babası olmadığı için almadılar. Emeklerinin
boşa çakacağını, ellerine birşey geçmeyeceğini tahmin ediyorlar, yanıldılar
tabii.
-Efendim müsaade ederseniz kocama gidip
danışayım.
-Serbestsin. Seni asla zorlamıyorum, diyen
gün görmüş ihtiyar, Badiye'li kadına izin verdi.
Bir solukta kocasına gelerek vaziyeti
anlattı. Halime'nin yeğeni de o sıraa yanlarına gelmişti.
Haris, hanımı dinledikten sonra:
-Halime hemen git ve o çocuğu getir! Allah,
bekli de o yetim sebebiyle bize hayır ve bereket verecektir. Başkalarının
almasından endişeliyim; vakit kaybbetme.
Fakat Halime'nin kardeşioğlu zihin
bulandırdı:
-Yazık oldu. Beni Sa'd'ın öbür kadınları,
hizmetleri sonunda yüzlerini güldürecek evlerden çocuklar topladı; siz ise
kendinize yük olacak babasız birini alıyorsunuz, demez mi!
Halime, bir an tereddüde düştü... gitse mi,
gitmese mi? Ses kafasında yaklaşıp uzaklaşıyor "yük olacak babasız
biri..."
O böyle kararsız iken kalbine bir ilham
doğdu.
-"Eğer o yavruyu kabul etmezsen ölünceye
kadar iflah olmazsın..."
Halime, düştüğü vesveseden hemen sıyırılarak
niyetini bozan genci cevaplandırdı:
-Arkadaşları birer çocukla giderken
Halime'nin eli boş dönmesi yakışır mı? Vallahi O'nu alacağım. Varsın babasız
olsun; dedesi de mi yok? O zatın büyük bir insan olduğu belli. Rüyamın müjdeler
taşıdığı inancındayım, aklımı çelme!...
Bunu der demez, doğru kendisini beklemekte
olan Abdülmuttalib'e koştu ve çocuğu götüreceğini söyledi.
-Ey Halime oğlumu emzirmeyi kabul ettin, öyle
mi?
-Evet kabul ettim!
Dedenin içi sevinçle doldu. Hemen şükür
secdesine vardı, torunu ile Halime hatun'a dualar etti ve sütanneyi, özanneye
götürdü.
Eve girdiklerinde yüzü ayın ondördü gibi
nurlu Hazret-i Amine'yi gören Halime'nin gözleri kamaştı.
Abdülmuttalib, Misafiri gelinine takdim
ediyor. Aziz anne, Halime'yi sıcak bir alaka ile karşılayıp, izzet ikram
ettikten sonra bir ara:
-Üç gün önce bana biri gelerek "Oğluna
sütanneyi Beni Sa'd kabilesinin Züveyb oğullarından tut" diye tenbihledi. Siz
kimlerdensiniz?
Halime:
-Beni Sa'd bin Bekr Kabilesindenim. Babam
Züveyb oğullarındandır.
Bunun üzerine Hazret-i Amine, misafirinin
elinden tutup yavrusunun olduğu odaya götürür... sütanne, nebiler sultanını
gördüğü ilk anı bilahere şöyle tasvir edecektir.
Süt gibi beyaz bir sofa sarılmış; altına bir
yeşil ipek kumaş serilmişti. Sırt üstü uyuyan yavrunun güneş gibi parıldayan
yüzünden başka, alnında nur-u ilahi görülüyor ve bebekten misk kokusu geliyordu.
Yumuşak adımarla yanına sokuldum. Uyandırırım diye korkuyordum. O'na bir can ve
bin gönülle aşık oldum. O sırada bütün damarlarımdan göğsüme süt aktığını
duyuyordum. Elimi mübarek göğsüne koyarak severken uyandı; gözlerini açıp bana
baktı ve gülümsedi. Böyle güzel yüzü ömrümde görmemiştim. Gözlerinden çıkan bir
nur, göklere yükseldi. İki kaşının arasını öptüm. Berrak gökler misali aydınlık
yüzünü örterek, incitmeden kucağıma aldım. Sedire oturup sol göğsümü verdim,
almadı; sağımdan emdi ve daha sonra da bir gün bile solumdan emmedi. Sol göğsümü
süt kardeşi Damra'ya bırakmıştı.
Peygamberimiz, doymadan, damra annesinin
yanına gelmiyor. Halime Hatun emzirme sonrasında, kainatın efendisinin ağzını
silmek istediği her defasında görünmez pamuk ellerin bu hizmeti yaptığını
hayretler içinde takip ediyor.
-Benden ilk emdiğinden neş'e ve saadetimden
kendimi zor tutuyor ve süt evladımızı bir an evvel kocama götürmek istiyordum,
diyen Halime Hatun, Abdülmuttalib'in şu iltifatını naklediyor:
-Hanımlar içinde senin gibi bir devlete
kavuşan olmadı! Tebrik ederim!
Annelerin en üstünü, Halime
Hatun'a:
-Aman, der, haberim olmadan yola çıkmayın.
Zira çocuğa dair bir çok akıl almaz vak'alar yaşadım.
Halime anne:
-Peki efendim, diyerek mübarek yavru ile
beraber kocasına gider. Haris hayran, memnun ve:
-Ey Halime şu yaşıma kadar kimsede bu kadar
güzel yüz görmedim, diyerek şükür secdesinde.
Uyanık kalbli Haris ve hanımı bir yer bularak
Mekke'de üç gün kalırlar. Halime hatun, iki çocuk emzirdiği haled, hayret,
sütünde hiç eksilme yok. Deve de süt vermeye başlıyor.
Üçüncü gece süt anne birara uykudan gözlerini
araladığında beşiği bir ışığın çevrelediğini ve şil elbiseler giymiş nur yüzlü
birinin bebeğin baş ucuna oturmuş olarak yüzünü öptüğünü görür ve kocasını
sessizce uyandırarak mansayı ona da gösterir.
Haris gözleri beşikte olduğ uhalde fısıltı
ile:
-Halime, bu çocuğa dikkat etmek lazım.
Sütanneliğe gelenlerin içinde bizden şanslısı yok, der, ve devem eder, olanları
kimseye anlatma; böyle şeyleri saklamak lazımdır.
Halime hatun her üç gün de Hazret-i Amine'ye
gelerek şahid olduğu hadiseleri anlatıyor; O'ndan benzerlerini dinliyor ve her
defasında özanne, sütanneye çocuğun iyi muhafazası ricasını
tekrarlıyor.
-Nihayet birgün Amine Hatun'a giderek müsaade
alıp veda ettim. bana bir çok hadiyeler verdi ve emsalsiz yavruyu güzel
yetiştirmem dileğini vasiyeti olarak bildirdi.
Halime hatun ve kocsı, rüyada işaret edilen
çocuğa kavuştuklarından emin olmanın tarifsiz huzuru içindeler.
Sütanneler kervanı, dönüş yolunda, Halime
Hatun, kainıtın baş tacı kucağında olduğu halde bir merkebin
üzerinde:
Daha sonra bu yolculuğu şöyle hikaye
ediyor:
Mübarek yavru ile birlikte merkebe
bindiğimizde hayvan önce yüzünü Kabe-i Şerif'e çevirdi ve yıldırım gibi yola
koyuldu. Gelirken ite kaka zorla sürdüğümüz merkebin bu çevikliği karşısında
arkadaşlarım şaşırdılar. Bir kısmı:
-Halime neler oluyor ayol? Yetişemiyoruz.
sana. Şunun yularını braz dizginle de kavuşalım, diye seslenirken,
bazıları:
-Bu hayvan, Mekke'ye gelirken kendini bile
taşımaktan aciz merkep değil mi yoksa? diyorlardı. Benden:
-Evet aynı merkep, cevabını alınca da zeki
kadınlar:
-Bunda bir sır olmalı, diyorlardı.
Artık Mekke gerilerde...
Kervan, kıvrılan patikada ahenkli adımlarla
Badiye yolunu katederken Halime adeta, arkadaşlarından ayrı bir alemde yol
alıyor.
Tabiat, elem verici bir halde. Yer demir, gök
bakırcasına her taraf kupkuru.Ama, kervan nereye konsa çevresinden hayat
fışkırıyor. Biraz evvelki göz bıktıran, gönül yıldıran manzara, yerini zümrüt
renkli bir iklime bırakıyor.
Yorulacak kadar gittikten sonra bir münasip
yerde yine mola verdiler. Daha önce başkaları da gelmiş. Bir de ihtiyar bir adam
var.
Kadınlar, Halime anneye görüp işittiği garip
halleri yaşlı kişiye akratmasını rica ediyorlar. Zira hepsi merak
içinde.
-Efendim, izin verirsen sana bir şey arzetmek
isterim.
-Söyle!...
Kalabalık, Halime ile ihtiyarın etrafını
almış ağızlarının içine bakıyorlar:
-Kucağımdaki çocuğun annesi der ki "oğlum
dünyaya geldiğinde beni öyle bir nur sardı ki, onun aydınlığında arzın öbür
ucuna kadar her şeyi gördüm. Bu neye delalet eder?
Halime, safçasına sorup sevap beklerken bir
çılgınlıkla karşılaştı. Sakalının her kılından kötülük akan yaşlı şahıs, yerden
bir avuç toprak alıp başına saçtıktan sonra gözünü, göğün derinliklerine dikip
ağlayıp haykırmaya koyuldu ve merhametsiz çatlak dudaklarından mel'unca laflar
döküldü:
-Ey Ehl-i Huzeyl bu çocuğu öldürün! O
büyüdüğünde bütün dünyaya hükmedecektir. İlahi emri alacağı günü
bekliyor!...
Sütanne dehşetli korktu ve sür'atle karanlık
bakışlı ihtiyarın yanından ayrılarak kervanla birlikte Badiye'ye vasıl
oldular.
Yetimliği yüzünden kimsenin almadığı yavru,
Haris'in evine geldikten sonra bu hane, her türlü sıkıntıya uzak oldu. Yokluğun
yerini bolluk almış, üzüntüler neş'eye dönmüştü. Develeri, koyunları bol süt
veriyordu. Bütün Beni S'ad kabilesinin sürüsü aynı kırlarda yayıldığı halde
öteki koyunların bitkinliğine mukabil Haris'in hayvanlarındaki bu canlılık,
komşularda kendi çobanlarına karşı kızgınlığa yolaçıyor ve onları beceriksiz
buluyorlardı.
Beni S'ad erkekleri, koyunları sütsüz ve bir
deri bir kemik gördükçe çobanlara çıkışıyorlardı.
-Haris'in çobanı hayvanlarını nerede
otlatıyorsa siz de bizimkileri oraya götürün!...
-Evet, sürüyü aynı yerlerde gezdiriyoruz.
Lakin bizimkiler böyle, onlarınki öyle...
-Sebeb?
-Siz bilmezsiniz biz hiç
bilemeyiz!....
Beni Sa'd mensupları beyhude üzülüyordu. O,
bütün aleme rahmet olarak gelmişti ve oraya varışının bereketi albette zuhur
edecekti.
Nitekim, kısa bir süre sonra Badiye
yaylasında ne kıtlık kaldı, ne sıkıntı, ne kuru ağaç... Tabiat yeniden renk
renk, koku koku canlandı. Solgun yüzlere kan, kaygılı kalblere şevk
geldi...
Halime anne, O'nun üstüne
titriyor...
Alehisselatü vesselamü vettehiyye.
Gül Bebek
GÜL, MUHAMMEDİN KOKUSUNA GIPTA
EDER
KOKUMU O'NUN TERİNDEN ALDIM DER
Gelişi ile kurak Badiye yaylasını bolluk ve
berekete kavuşturan istikbalin şanlı Peygamberi, gül kokulu bebbek, derin seziş
ve engin kavrayışlı sütannenin ihtimamında büyüyor. Halime ve kocası, gül kokulu
bebeğe hayran ve vurgunlar... O'nu ilk tanıdıkları dakikadan bu tarafa
harikuladelikler artarak devam ediyor.
Görünüşe sütannenin engin titizliğinde,
hakikatte ise ilahi himayede büyüyen insanlığın sultını sallallahü aleyhi ve
sellem, iki aylık iken emeklemeye başladı; üçüncü ayda ayakta durabildi.
Dördüncü ayda duvara tutunarak yüküyebildi. Yedi aylık olduğunda sağa-sola
gidebiliyordu.
Konuşmaya başlaması da Peygamberliğine müjde
taşıyan başka bir hikmet... sekiz aylıkken anlaşılacak kadar, dokuzuncu ayda
açık bir lisanla konuştu. Konuştuğumda ilk defa ve yüksek sesle:
-La ilahe illallahü vallahü ekber.
Velhümdülillahrabbil alemin / Kendinden başka ilah olmayan alemlerin Rabbine
hamdolsun, dedi ve bundan sonra "Bismillah" demeden hiçbir işe
başlamadı.
On aylık olduğunda, ok atan öbür çocuklarla
beraber O da ok atıyordu. Yayla ahalisi hayrette:
-Sen kimsin ey çocuk? diye
soruyorlar.
Harika çocuk:
-Ben arabın en hayırlısıyım. Harbde bahadır,
mızrak atmada kuvvetliyim. Güzel ve haybetli görünüşlüyüm. Künyem, Abdülmuttalib
oğlu Abdullah oğlu Muhammed'dir.
İki yaşına geldiğinde, dört yaşındaki bir
çocuk gibi gürübüz ve kopumluydu.
Daha o yaşlarda mübarek işlerde sadece sağ
elini kullandığı dikkat çekiyor.
Hazret-i Halime anlatıyor:
-Benden iki sene süt emdi. Bu zaman zarfında
daima tertemizdim. Ak-pak yavrum, gece ve gündüz muayyen vakitlerde ihtiyacını
görür, temizliği gaibden yapılırdı.
Allahü teala ekber kebiren, velhamdülillahi
kesiren ve sübhanallahi bükreten ve asilen / Allah, büyüklerin en büyüğüdür.
Övgülerle en çok övülmek Allah'a mahsustur. Sabah ve akşam noksan sıfatlardan
tenzih ve kemal sıfatları ile tavsif edilerek, tesbih edilmeye layık olan ancak
Allah'tır.
Sevgili makamındaki asil çocuğun sütten
kesildiğinde bu duayı okuduğunu yine Halime anne haber veriyor. O'na sallallahü
aleyhi ve selme, hizmet etme devlet ve nimetine eren aziz sütanne, gözlerinde
saadet ışığı; inciden kelimelerle anlatmaya devam ediyor:
Diğer çocuklar gibi kat'iyyen ağlayıp
yaramazlık yapmazdı. Cıvıl cıvıl oynayan küçüklerin bu çekici oyunlarına
katılmaz ve "biz, oyun için yaratılmadık" derdi.
Sonraki yıllarda bizzat Sevgili
Peygamberimiz, doğumlarına dair bir vak'ayı şöyle dile
getirmişlerdir.
-Dünyaya geldiğim Pazartesi gecesi Yüce
Allah, yedi kat göğü meleklerle doldurdu ki sayılarını kendisinden başka kimse
bilmez. Bu melekler, kıyamete kadar tesbih ve takdis ile meşgullerdir. Sevabını
ismim söylendiği vakit isteyerek ve severek bana salevat okuyanlara
abağışlarlar. / Allahümme salli ala Muhammedin fil evvelin vel ahırin ve fi
meleil a'la yevmiddin/
Babasız diye herkesin almaktan kaçtığı yetim
sebebiyle, bu yayla evi bolluk ve bereketten yüzüyordu. Ne kadar mes'ud ve ne
kadar huzurlu idiler... ama eşsiz çocuk, artık sütten kesilmişti. Bu ise O'nun
dönüşü demekti. İki sene ne de çabuk geçmişti. Varlığı sadece o muhterem aileye
değil, bütün kabileye ilahi rahmetin inmesine vesile oluyordu. Halime, Haris ve
çocuklarına ondan uzak kalmak ve güneş yüzünü görmemek çok zor
geliyordu...
Nur yavruyu yüreklerine oturan bu acı
duygularla Mekke'ye getirdiler. Halime, ince ve zarif arabçasıyla efendimizi
annesine sevgisinin bütün sıcaklığı ile anlata anlata bitiremedi.
Annelir en şanslısı ve en ulvisi, şüphesiz
memnun ve mütebessim ve belki de gözlerinde billur damlalar:
-Oğlum yüksek şan sahibidir.
Halime anne:
-Vallahi, yavrunuzdan daha üstün bir insan
görmedim, diyerek Amine hatunu doğruladı.
Ve bundan sonra pırlanta çocuğu yine
beraberinde götürmek için dökmedik dil bırakmadı.. Mekke sıcaktı, veba hastalığı
yaygındı. Çocuk farklı iklimden geliyordu. Allah, muhafaza buyursun sıhhatine
bir zara olabilirdi.
Amine ciğerparesine olan derin hasretini
birazcık olsun dindirdikten sonra; yerlerde ve göklerde övülen, O'ndaki bu
muhabbet ve ikna kabiliyeti sebebi ile yine kadir-kıymet sahibi, insan evladı
Halime'ye emanet etti.
Sütanneyi dinleyelim:
-O hazret-i alarak yurdumuza yöneldik. Yolda
giderken Habeş hıristiyanlarından bir grup ile karşılaştık. Kainatın seçkini,
hemen dikkatlerini çekti. Evladımı bir zaman süzdükten sonra bizi sual yağmuruna
tuttular; ve sırtına bakarak mührü ve ceylan gözlerindeki hafif kırmızılığı
gördüler.
Oğlunuzun göz ağrısından şikayeti olur
mu?
-Hayır, hiç olmadı.
-Bu çocuğu bize verir misiniz? Karşılığında
ne isterseniz ödemeye hazırız. Bizim kitabımızda "dünyaya gelecek bir Peygamber
kaldı" diyor. O peygamber, ya geldi veya gelmesi yakındır. Çocukta bildirilen
Peygambere ait izler görüyoruz. Taklifimize razı olursanız bize büyük iyilik
etmiş olursunuz.
Halime ve kocası, bu ıssız yolda karşılarına
çıkan adamlardan bayağı korkmuşlardı. Bu sebeple son sür'at oradan uzaklaşarak
evlerine gidene kadar hiç durmadan hayvan koşturdular.
Badiye'ye sabah serinliğinde ve büyük
yorgunluklarla girmişlerdir.
Halimelerde huzur şimdi yine elle tutulacak
kadar canlı.
Çünkü O, dönmüştü...
Esselatü vesselamü aleyke ya
Resulallah.
Beyaz Elbiseli Üç Kişi
TERLERSE GÜLLER OLURDU HER TERİ
HOŞ DERLERDİ TERİNDEN GÜLLERİ
Mevlid'den
Efendimiz üç yaşındalar.
Halime anne, O'nu bir gözünden öbürüne
vermiyor. yabanın kurdu uğursuzu var. Büyüklüğüne bunca iz, işaret bulunurken,
emsalsz emanetin kılına ziyan gelmemeli. O'nu korumak, O'nu istikbale teslim
etmek, zamana karşı, insanlığa karşı ve ebedi nizama karşı kabullenilmiş şerefli
bir borç.
Bu sebeple uyanık kalbli kadın, gözünü
efendimizin üzerinden ayırmıyor... ama öz çocukları sadece akşamları
evdeler.
Bu durum kainatın baş tacının dikkatinden
kaçmaz.
Niçin?
-Onlar, yavrum, gündüzleri koyun gütmeye
gidiyorlar.
Çobanlık yapmak... renk renk çiçeklerin
açtığı; kelebeklerin, mutluluğu arılarla paylaştığı, hür rüzgarlı, hür ufuklu
kırlarda yumuşak adımlarla yayılan koyunların peşi sıra gitmek; kardeşleri ile
onları otlatmak, bir yamaçta güneşin ılık sıcaklığında eldeki çabukla toprağı
çiziştirmek ve ucsuz bucaksız fezaya bakıp öteleri! düşünmek!
Anneciğim, beni de kardeşlerimle yolla. Ben
de koyun gödeceğim...
Sütanne bin dereden su getiriyor. Ama ne
söylüyor, ne anlıtıyorsa mümkün değil. O'nda bir kere bu arzu doğmuştur. Annecik
nasıl dayanır artık.
-Ey gözümün nuru? Demek sen de koyun gütmeye
gitmek istiyorsun öyle mi?
Cevap tek kelime:
-Evet.
Ertesi gün, güneş, sanki daha bir aceleyle
tepeleri aşarak yükseliyor. Güneş, güneş olmaktan çıkmış; duru duru gülümseyen
bir yüz gibi. O'na kırların ıtırlı ikliminde büseler konduracağına mı seviniyor
acaba?
Güneş doğup, her tara ışıl ışıl olduğunda
Halime anne, melek yavrucuğu ipek uykulardan uyandırıyor. Ve giydirip taradıktan
sonra kardeşlerine emanet... evvela Allah'a sonra kardeşlerine emanet!. Elinde
sopası ile efendimiz de aralarında olduğu halde çocuklar, neş'e içinde
hayvanları alarak evden ayrıllıyorlar; fakat fazla uzağa değil. Anne evden
açılmayı yasaklamıştır. Zira şimdi o var aralarında; en üstün ve en kıymetli
olan:
Zaman, böylece akıyor. Havanın sıcak olduğu
bir gün kuşluk vaktinde Halime, tam, Peygamberimizi düşünüp güneş çarpmasından
korkarken süt kardeşlerden Şeyma, koyunların yanından çıka geldi. O Şeyma ki,
Sevgili Peygamberimiz Allah'ın Resulü olduğunu tabliğe başlayacağı zaman,
Peygamberliğine ilk iman edenlerden biri olacak ve müşriklerin, mü'minleri hiç
bir mal alıp satmayarak onları ticari ve iktisadi ablukaya aldıkları günlerde,
şahsi gayretleri ile bunu kırmaya çalışıp, müslümanlara yiyecek temin edebilen
bir kahraman kadın...
Muhammed aleyhisselam için yazılmış en içli
kasidelerden biri Şeyma radıyallahü anha hanıma ait.
Şeyma'cık, efendimizi bırakıp gelince
annesinde merak ve telaş.
-Şeymacığım! Göz bebeğim Muhammed
nerede?
-Sahrada anneciğim.
-Aman yavrum! O ciğerim bu sıcakta sehrede
nasıl kalır?
Anne, kızgın güneşin, nur çocuğa ziyan
vermesinden endişeli...
Şeyma, bir mucizenin şahidi. Görüp
işitilmedik bir olayı anlatıyor:
Anneciğim, güneşten kardeşime hiç bir zarar
yok. Çünkü başının üstünde bir bulut, kendisini takip ediyor. Nereye gitsek
bulut üstümüzde. Duruyoruz duruyor, yürüyoruz yürüyor.
İlahi fermanla emir almış bir beyaz bulut,
peygamberlerin efendisini kavurucu sıcakta serin gölgesine alarak O'nu ve
yanındikelir muhafaza ediyor.
Halime'nin içi yine rahat değil.
-Dediğin doru mu? Allah için söyle
kızım!
-Vallihi sahi söylüyorum.
-Bunun üzerine sütanne tatmin oluyor ve
Peygamberimizi korktuklarından Allah'a ısmarlıyor.
İki-üç ay böyle geçti. Bir gün öğle üzeri
efendimiz akranı olan çocuk ve süt kardeşleri ile bir vadideler. Çocuklar
oynuyor, Habibullah da onları seyrediyor. Tam bu sırada öyle bir şey oldu ki
küçükler akıllarını yitirecekler . Çığlık çığlığa bağrışıp oradan
kaçıyorlar:
Sicim gibi göz yaşı döküp evine koşanlardan
biri de Damra:
-Anneciğim kardeşime bir şeyler oldu. Çabuk
koşun!
Halime, feryadlar içinde Damra'ya
soruyor.
-N'oldu oğlum durma söyle!!!
Damra boğularak anlatıyor,
-Koyunların yanında idik. Birden bire gökten
beyaz kıyafetli üç kişi indi. Kardeşimi aramızdan aldıkları gibi tepeye
çıkardılar ve sırt üstü yatırarak bıçakla karnını yardılar. Öldü mü, yaşıyor mu
bilmiyorum!!!
Bundan daha kötü haber olamazdı. Halime ve
Haris'in kan beyinlerine sıçradı. Bir nefeste söylenen yere vardılar.
Devamını Halime'den dinleyelim:
-Koşa koşa vadiye geldik. Yüksek bir yere
oturmuş, göğe doğru bakıyordu. Tabessüm eden güzel çocuğumun yüzü al al
olmuştu.Alnını ve gözlerini öperken sordum:
-Ey gözümün ışığı, ey alemlere rahmet
oğlum.Ne oldu, seni kim rahatsız etti?
İki cihan güneşinin kendi ifadelerinden
anlıyoruz ku; gonca gül, kuzuları güderken beyaz elbiseli üç şahıs görmüştür.
Birinin elinde gümüş bir ibrik, birinde içi kardan daha beyaz bir madde ile dolu
zümrüt bir leğen vardı. O muhteremlerin en muhteremi Sallallahü aleyhi ve
sellem'i vadiden zirveye iletince beyaz giyimli bu kimselerden biri, fahri
kainatı usulcacık sırt üstü yere uzatır. Ve göğsünü göbeğine kadar yarar.
Mübarek efendimiz hiç bir acı ve elem hissetmeden ameliyatı sürmeli gözleri ile
takip ederler. Bu melek, elini sokarak iç organlarını çıkarıp kar gibi olan o
sıvı ile yıkadıktan sonra tekrar yerlerine kor. Birinci meleğin işi bitince
ikinci melek, birinciye;
Kalk! der, ben de hizmetimi eda edeyim, ilk
meleğin kenara çekilmesi ile ikinci melek, elini uzatarak peygamberimizin
kalbini yerinden çıkarır ve iki parçaya ayırdıktan sonra içinden pıhtılaşmış
siyah bir kan parçasını alıp atar. Kalb üzerinde yapılan bu çalışmanın ardından
iknici melek sırtüsütü yatan azizler azizine:
-Vücudunda şeytanın nasibi bu idi. O'nu
atmakla seni şeytanın vesvese ve hilesinden emin ettik, anlamında bilgi arz
eder.
Aynı melek, daha sonrra sevgili efendimizin
sağ ve sol taraflarından bir şey alır gibi bir hareket yapar.
Bu sırada elinde nurdan bir mühür vardı. O
kadar güzel bir mühür ki gören hayranlıktan kendini alamazdı.
Allah'ın resulünü dinleyelim:
-Bu nurdan mühürle kalbimi mühürledi. Ondan
sonra kalbim nüvüvvet ve hikmet nuru ile dopdolu oldu.
Rahmet yuvası kalbi nurdan mühürle
mühürlendikten sonra yerine iade ettiler. Halime ve Haris yanına vardıklarında,
mübarek yavru mührün soğukluğunu hala vücudunda hissediyor.
İkinci meleğin işi bitince üçüncü melek,
elini yarılan yere kor ve o an yara iyileşir...
Beyaz elbiseli bu üç kişi, daha sonra nazlı
yavrunun elini ve yüzünü öperek ona güzel şeyler hazırlandığını müjdeler ve mavi
gökte kaybolup giderler. Yaranın izi hala farkedilebiliyor.
............
Sevgili Peygamberimizi oradan alarak eve
getirdiler Halime anne, çocuklarına:
Kardeşinizi bundan böyle dışarı
götürmeyin!
Tenbihini yaptıktan sonra beyine:
-Bu saadetli çocuğu annesine götürelim.
Aklına ziyan gelmesinden korkuyorum. Ne dersin, yol hazırlığı yapalım
mı?...
Ardarda gelen mucize ve harikalar, artık
Halime'nin gözünü korkutmaya başlamıştır. Olayların kendilerini aşmasından
çekiniyor. Bu yüzden rahat değil..
Haris;
-Bundan daha mübarek bir çocuk doğmamıştır.
Ne aklına bir ziyan gelir ne de bir şey, müsterih ol! Elde ettiğimiz saadet
bunun bereketiyle. Ne var ki, bizi hased edenler olabilir. Zira kabilemiz,
önceki halimizi gayet iyi biliyor. Fakir iken, üçyüzbüş koyunu olan hatırlı bir
aile haline geldik. mümkündür ki dar gözlüler bir fenalık
düşünebilirler...
-Öyleyse O'nu alarak kahine
danışayım.
Bunu duyan Sevgili Peygamberimiz, rahat
olmalarını, gayet sıhhatli ve zannedilen kusurlardan uzak olduğunu her ne kadar
söyledi ise de olanları işiten eş dost, Halime'yi kahine giderek, bir cin etkisi
olup olmadığını tahkik etmesi için zorladılar.
Kahin, efendimizi konuşturarak, vakaları
kendisinden dinliyor, Ama dinledikçe karanlık gözleri dışarı fırlayacak gibi...
kulaklarına inanamıyor. Mübarek yavru, daha sözünü bitirmeden çirkin sesli
büyücü, O'nu kaptığı gibi kucağına alarak meydana fırlıyor ve bas bas
bağırıyor:
-Ey araboğulları! Başınıza bir bela gelmek
üzere, Bu çocuğu öldümezseniz; büyüdüğünüzde dininize bozuk diyecek, sizi yeni
bir dini kabule çağıracaktır. Bunu şimdiden ortadan kaldırın! Hem O'nu, hem beni
öldürün!!!..
Saf ve temiz Halime anne, bu beklenmedik
çıkış karşısında afallamış. Çocuğu adamın kirli ellerinden çektiği
gibi:
Delinin tekiymişsin. Bilseydim semtine
uğramazdım. O'nu değil seni katletsinler!...
Süt anne o dakikaları şöyle
resmediyor:
-Allah için söylüyorum; nereye uğrasak,
nereden geçsek, hangi sokağa girsek ve hangi meydana gelsek mübareğin güzel
kokusu, burcu burcu yükselerek dört bir yanı tutuyor ve buralardan günlerce
silinmiyordu.
.........
-Aman Halime! Dikkatli ol. Çocuğun başına bir
şey gelebilir. Daha doğrusu sen O'nu ailesine teslim et. Şu kahinin kinine
baksana!
Halime'nin akrabaları bunları söylüyor ve
bereket vesilesi efendimizi dedesine teslem etmesi için telkinde bulunuyorlar.
Çünkü Halime, müjde yüklü harikulade olaylardan bahsettikçe, bunların aklı
başından gidiyor.
Halime Hatun:
-Söylenenler aslında fikrimi destekleyen
sözler olduğu için bana cazib geldi. Üstelik bu sırada gaibden bir ses de
işitiyordum:" "Ey Mekke'liler size müjdeler olsun. Hayır ve saadet, Beni
Sa'd'den size geliyor. Ey huyrul beşer, Sen Mekke'de olunca, bura halkı
belalardan korunacaktır.
"Böylece o büyük emaneti sahiblerine iade
etmek gerektiğine dair kanaatim kuvvet buldu ve yine merkebe binerek can yavrumu
önüme alıp şehre inen bir grup yolcu ile yola çıktık. Mekke civarına varmıştık.
Bir işimin yapılması için inci tanemi arkadaşlarımın yanına bırakarak bir süre
oradan ayrıldım... az bir zaman geçmişti ki kulağıma garip sesler geldi. Hemen
kafilenin konak yerine koştum. Eyvah! Dünyam yıkıldı, O yoktu."
Halime anne, ta yüreğinden vurulmuştur.
Dizlerine karasular inmese, oracığa yığılıp kalmasa iyi. Bir mecnun, bir meczub
gibi. Kimi bulsa soruyor:
-O'nu gördünüz mü? O'nu kendi sütümle
besledim. Dedesine götürüyordum. O'nun yüzünden bol nimetlere kavuştuk. Eğer
bulamazsam, kendimi kayalardan atıp parçalayacağım.
Manzara yürek parlayıcı. Sütanneyi
üzünkülerle dinliyoruz?
-Ümidim kırıldı. Başımı yumrukluyor, "ah
Muhammedim" diye dövünüyordum. Evlatların en azizini kaybeden annenin bu hali,
orada bulunanlar da ağlattı. İnsan, nasıl dayanır da şerha şerha olan bir anne
yüreği önünde gözyaşlarını zapteder?
Tam bu sırada zayıf, kara-kuru bir yaşlı adam
çıka gelir. Halime'yi böyle kanlı göz yaşları akıtır görünce:
-Hayrola bir derdin mi var?
Anne, sebebini söyler ve ekler:
-İbrahim Peygamberin Rabbinin hakkı için
söylüyorum ki, Muhammed'i bulamazsam kendimi uçuruma atıp
öldüreceğim!
-Oğlunu bulacak birini biliyorum.
Canım uğruna feda olsun çabuk
söyle.
İhtiyar, ızdıraptan harab olmuş kadını bir an
soluk gözlerle süzdükten sonra tane tane konuştu:
-Hübel adında büyük puta git, derdini anlat;
o halleder, demez mi?
-Halime, tokat yemiş gibi oldu...
-O'nun yerine sen kaybol inşaallah!
Muhammed'in doğduğu gece o bahsettiğin Hübel,Lat, Uzza'nın ne olduğunu hiç mi
duymadın?
-Anlaşılan sen delirmişsin. Bari yerine ben
gidip yalvarayım, diyerek Hübel'in yanına gelir ve etrafında yedi kere dolanıp
putun başından öptükten sonra:
-Ey tanrım! Sen insanları muradına
erdirensin. Halime kadın, oğlu Muhammed'i kaybetmiş bulamıyor; bu sebeble büyük
üzüntü içinde. dertli anayı çocuğuna kavuştur.
Sevgili peygamberimiz'in yüce isminin
anılması üzerine Hubel ve öbür putlar patır-patır yüzüstü yere düştü ve son
peygamberi methetmeye başladılar.Allahü teala, ilah bilinerek, tapılan putlara o
an için konuşma kabiliyeti vermişti.
-Ey ihtiyar! Muhammed aleyhisselam'ın dini
bizim ve bizim nice sahte tanrının sonu olacaktır. Hakiki mabud olan Allahü
teala, O'nu korur. Sizin gibi putperestleri ise helak edecektir.
Halime anne Mekke'ye girdiğinde bu ihtiyarı
görür. Bastonu elinden düşmüş, konuşmaktan aciz, korkudan titrer, sefil bir
haldedir. Bir müddet dinlendikten sonra:
-Ey kadın, senin oğlunun sahibi var. O'na
zarar gelmez. merak etme yavruna kavuşacaksın. İsmi ile seslenerek ara,
bulursun.
................
Halime ağlaya ağlaya Abdülmuttalib'e
varır.
-Hayırdır inşaallah Halime! Bir sıkıntın mı
var?
-Hem de nasıl?
-Yoksa oğlumu mu kaybettin?
-Maalesef!
O muhteşem insan, torununu bazı Kureyşlilerin
öldürmek için kaçırdıklarını zannederek, kılıcını alarak bir dağ gibi Mekke'nin
ortasına dikilir ve bağırır:
-Ey Kureyş!... Eyy Kureyş!...
-Buyur ey reis.
-Gözümün nuru, alemin süruru torunum
kayboldu, yerini bilen var mı?
Kureyşliler, hemen atlarına binerek dört bir
tarafa koştular. Atlarının nalları taşlara çarptıkça kıvılcımlar fışkıran
sürücüler, ne kadar aradılarsa da, gözlerden gizlenen sultanı bulamayıp kırk kol
ve kanatlarla geri geldiler...
Abdülmuttalib, yine duaya; yine Rabbine
iltica ediyor. Kabe'yi yedi defa tavaf ettikten sonra, ellerini açmış, ciğeri
kavrulurcasına istiyor:
-Allahım, O'na "Muhammed" ismini sen verdin.
Yavrumu tekrar bana lütfet.
İşte bu sırada Kabe'den bir ses
duyuyor:
-O'nun sahibi sevgilisini kaybeder
mi?
-Ey Melek aman çabuk söyle torunum
nerede?
-Tihame vadisindeki muz ağacının
altında.
Abdülmuttalib, haber verilen tarafa koşar.
Yolda varaka bir Nevfel ile karşılaşır ve O'nunla birlikte Tihame'ye
giderler.
Efendimizi ağacın altında ayakta olduğu
halde, muz yapraklarnı çekiştirirken heyecadan ağlıyor buldular.
Abdülmuttalib, torununu bağrına basıp derin
derin kokladıktan sonra kucaklayarak atına bindi ve hayvanı Mekke'ye doğru
mahmuzladı.
..................
Sevinçten uçan Halime, Abdülmuttalib'e
verdiği zahmet ve üzüntülerden dolayı mahçub olduğu için tekrar tekrar af
diliyor.
Hazret-i Amine, Halime'ye soruyor.
-Ey sütannesi, çocuğu niçin geri getirdin?
Halbuki O'nu ne kadar ısrarla geri götürmüştün!
-Evladınız büyüdü. Başına bir felaket
gelmesinden çekindim. korkuyorum. Bu sebeble size teslime karar
verdim.
Abdülmuttalib, torununu özanne kadar seven bu
samimi kadına bol ve kıymetli hediyeler vererek teşekkür etti.
Halime anne için tatlı bir rüya bitmişti
artık. Son ana kadar hicran dolu duygularını konuşturuyor.
Alemin en makbulünü annesine ve dedesine
bırakıp veda ettim. Ama cınım v gönlüm de onunla beraber ve orada
kaldı.
Mübarek efendimiz, ileriki senelerde halime
anneyi nerede ve ne zaman görse "anneciğim" hitapları ile iltifat edecek ve
bazen omuzundaki ridayı bile sererek O'nu oturup gönlünü hep hoş
tutacaktır.
Halime Hatun; Sevgili peygamberimiz, Hatice
validemizle evlenmiş, fakat henüz Peygamber olmamışken birgün saadet ocağına
gelecek ve kıtlık sebebi ile hayvanlarının öldüğünü bildirince, Hadicetül Kübra
annemiz, O'na bir deve ile kırk koyun hediye edecektir.
Sonraki yıllarda efendimiz, Badiye'deki
hizmetten memnun kaldıklarını şöyle ifade buyuracaklardır.
-Ben sizin en halis arab olanınızım;
Kureyşliyim, Beni Sa'd bin Bekr'de emzirildim.
Anneye Veda
GECE-GÜNDÜZ DİLİMDE SALATÜ SELAM,
O MUBAREK RUHUNA, EY FAHR-UL ENAM!
Halime anne, yüreciğine kor ateşler düşe düşe
nur çocuğu, Amine Hatun'a getirdiğinde sevgililerin en sevgilisi dört yaşında
idi.
Yer küze, erişilmez ve ulaşılmaz kıymetteki
emanet ağuşunda olduğu halde feza boşluğunda turlar atarak zamanı sonsutzluk
harmanına elemeye devam ediyordu.
Şimdi, beşiğinde olduğu halde, ayla gönül
iklimlerinde geçen oyunlar bir hatıra.
Ve O Sultan altı yaşında...
Sultan ki, sultanların bir kerecik ayaklarına
kapanmak uğruna tac ve tahtlarını faydaya hazır oldukları Sultan. Sultan ki O'nu
Allah seçti.
Şefkati kadife yumuşaklığında Amine anne,
cennet kokulu yavrusunu iki sene sevip okşuyor.
Abdülmuttalib'in kartal kanatları altındalar.
Dul bir anne ve yetim bir çocuk.. bu anne ve bu çocuk, ilahi lütufla cihanın en
huzurluları. Yavrusunun sevgisinde erimiş bir anne, bütün anneleri baş
tacılığına yükselten emirleri getirecek evlad.
Amine annede bir seyahat arzusu.
Medine'ye gitse, dayıları Adiy bin
Neccaroğulları ile kocasının mezarını ziyaret etse... yetimi için de ne iyi
olur. Anneyi çeken bir şey var. Bir şey koparıyor O'nu evinden, Mekke'den,
Mekke'nin, suyundan havasından...
Annelerin annesi, gül yavrusu ve O'na dadılık
yapan cariyesi Ümmü Eymen'i de alarak, iki deve ile Medine yolundalar. Develer,
sabır gibi güzel, bir susuş kadar ölçülü adımlarla ufuklara doğru akıp giden
yollarda aziz yolcuları yorup incitmeden taşıyorlar.
Güneş, bakır renkli çöl, salınan hurmalar,
şurada burada tek tük ağaçlar ve arada bir kocaman gölgeleri ile ürpertili
kayalar.
Nihayet Medine'de ve Naccaroğullarından
Nabiga'nın evindeler. Sevgili Peygamberimizin babası Abdullah da bu evde... bu
evde ama nerede?
Evin bahçesinde bir kaç kürek doprağın
altında.
Dünya gözü ile bir saniyecik bile bir araya
gelemeyen baba Abdullah, anne Amine ve bir tanecik yavruları, şimdi bu bahçenin
kıyıcığında; içlerinden biri ötelerde olduğu halde buluşuyorlar.
Dokunaklı bir manzara.
Amine'nin kalbi bir kaç parça. İzdırabını
içine gömüyor ve yetimine belli etmemeye çalışıyor. Ya efendimiz? Derin bir
sessizlik ve acısını gizleyen vakur yüz ifadesi.
............
Sonraki günlerde Resulullah efendimiz,
küçüklerle beraber Medine'yi gezip dolayor ve "Beni Naccar Kuyusu" denilen
havuzda yüzmeyi öğreniyor.
Bu sırada...
Yine bir yahudi, yine şüphe, yine dikkat,
yine telaş. İşaretlerden ahir zaman Peygamberinin gelmekte olduğunu çıkaran bir
yahudi bilgin, oradan geçmekte iken, arkadaşlarıyla olan Habibulalh'ı görür
görmez mıhlanmış gibi yere çakıldı ve bir müddet pür dikkat baktı, baktı ve
düşünceli düşünceli yürüyüp kayboldu.
Yahudinin içine kurt düşmüştür... "acaba O
Peygamber bu çocuk mu?" Ertesi gün efendimizin yalnız bir anını kollayarak
yanına sokuluyor ve eğilip yavaşça soruyor:
-Adın ne?
-Ahmed...
Yahudi bu cevabı bekliyordu. Çocuğun "Ahmed"
olduğu yolundaki tahmini doğru çıkmıştı. Haykırdı:
-Bu ümmetin peygamberi işte burada!!! Sanki
şuurunu kaybetmişti.
Bir kaç gün sonra da iki yahudi Ümmü Eymen'i
bularak;
-Ahmed'i istiyoruz. Ne olusursun? Bir defacık
görmemiz kafi! dediler...
Mübarek dadı, ısrarlar üzerine Peygamberimizi
getirdi. Ama gayet dikkatli ve uyanık. efendimizi yakından gören ve nebilik
alametlerini inceleyen yahudileri adeta göz hepsine almış. Adamlar aralarında
fısıldaşıyor.
-Son Peygamber... bu şehir de O'nun hicret
edeceği Medine olduğuna göre...
İşittiklerinden huylanan Ümmü Eymen, olup
bitenleri Amine annemize aktarınca aziz anne tedirginleşir. Zaten geldikleri de
otuz günü bulmuştu. Ev sahiblerine teşekkür, Abdullah'a mana aleminden veda
ederek Mekke'ye dönmek üzere yola çıktılar.
Mekke'ye dönmek...
Mümkün mü?
Evba'ya gelene kadar, böyle bir sual akla
bile gelmezdi. Yolcularımız, ziyaretlerini yapmış olmanı manevi hazzı ile neşe
içinde uzaklıkları aşıyorlar.=
Fakat beklenmeyen bir şey oldu. Ebva denilen
yere vardıklarında, cihan serverinin annesi, anemiz, yola devam edemez şekilde
hastalandı.
Develerden inmişler.
Ümmü Eymen ve Sevgili peygamberimiz Amine'nin
başındalar. O ise, yerde, kendinden geçip geçip toparlanıyor. hastanın yüzünde
büyük keder; efendimizle Ümmü Eymen'de üzüntü ve çaresizlik...
İşte yine kendine geldi. yaşlı gözleri; canı,
kanı, her şeyi güzelinde. her övgüye layık olanı, belagatlı bir ifade kudreti
ile mısra mısra methediyor;
-Ey Çekilen ölüm okundan yüz deve ile
kurtulanın oğlu! Allah, mübarek ismini ebedi kılsın. Hakikat olan rüyama göre
sen celal ve sayısız ikram sahibi olan Allah tarafından ceddin İbrahim
Peygamberin dinini yerleştirmek, insanlara helal ve haramı tebliğ için Peygamber
olarak görevlendirileceksin. Rabbil, seni putlardan ve putperestlerden
koruyacaktır...
Ve ciğeri kavrulan annenin dudaklarında,
insanlık kaldıkça ışıltısı devam edecek
Bir şiir
Her canlı ölür, her yeni pörsör
Ben ölsem de namım sürekli durur
Bilin ki tertemiz evlad bıraktım.
Eskir yeni olan, ölür yaşan,
Tükenir çok olan, var mı genç
kalan?
Tükenir çok olan, var mı genç
kalan?
Ben de öleceğim tek farkım şudur
Seni ben doğurdum şerefim budur.
Geride bıraktım hayırlı evlat,
Gözümü kapadım, içim çok rahat.
Benim ismim kalır daim dillerde,
Senin aşkın yaşar mü'min
kalblerde.
Şiir bitince nur anne, ruhunu teslim
etti.
Yirmi yaşında gencecik Amine'nin de vefatı
ile Sevgili Peygemberimiz şimdi de anneden öksüz kalıyordu.
Babadan yetim
Anneden öksüz... anne-baba, insanlık
kaderindeki ilahi bir vazife için varolmuş, işleri tamamlanınca erken yaşlarında
ebedi aleme göçmüşlerdi. Sevgiliye ana-baba hakkının geçmemesi için bir cilve,
bir sır.
peygamberlerin öncüsü, Mekke-i Mükerreme'den
Medine-i Münevvere'ye hicretlerinde Ebva'ya gelince taşların kapattığı bir
toprak yığının önünde durarak:
-Ne olurdu valideme yapılan muameleyi
bilseydim.. diye o anki duygularını dile getirecek vu bu sözleri ile hem
kendileri, hem eshabı gözyaşı akıtacaklardır.
Ayrıca efendimiz, Veda Haccı'nda anne ve
babalarının mezarlarına gelerek İbrahimi din üzere müslüman olan Hazret-i Amine
ve Hazret-i Abdullah'ın Muhammedi imanla naplenmeleri için, Allahü teala'dan
dirilmelerine müsade isteyecek; her şeye muktedir olan yüce Allah, sevgilisinin
muradını kabul ederek, onlara tekrar can verip Peygamberimize iman etme ve eshab
ve ümmet olma büyük nimetine kavuşturacaktır.
Anne, Ebva'nı ılık ve yumuşak toprağına
verilerek, cennet bahçeli bir tümseğe daha gönül penceresinden veda
ediliyor...
Ümmü Eymen, acılar içindeki yavruyu yanına,
sürücüsüz kalan deveyi yedeğine alarak, beş günlük bir yolculuktan sonrra buruk
kalblerle Mekke'ye; dedesine geliyorlar. Dede, dadıyı paramparça bir yürekle
dinlyor.
Şimdi hem öksüz, hem yetim olan torununa daha
da düşkün. O'nu, sallallahü aleyhi ve sellem, öpüp okşuyor. yalnızlığnı
hissetttirmemek gayretinde. Sevgili Peygamberimiz olmadan aziz dede, sofraya
oturmayarak, O'nu bekliyor. Gelince dizine veya hemen yanına alarak, seçtiği
lokmalarla mübarek yetimini besliyor. Abdülmuttalib, torununun sözlerinden ayrı
bir lezzet almakta... bu sebeble o konuşunca, kendisini can kulağı ile
dinliyor...
Kureyş'in bu büyük liderinin Kabe-i
Muazzama'nın dibinde bir makamı var. Gün dönüp deserin gölgeler uzamaya
başlayınca Abdülmuttalib, bu bu makamına geçiyor. Yanına çocuklardan sadece
gözünün nuru emsalsiz yavru gelebilmekte. Odasında istirahat ettiğinde de oraya
teklifsizce giren, dedesi ile uyuyabilen yine cennet kokulu o seçilmiş. Ümmü
Eymen annemiz, müstesna çocuk üzerine adeta titriyor. Buna rağmen Abdülmuttalib,
O'nun bıkım ve ihtimamı ile yakından alakılı:
-Aman Ümmü Eymen! Oğluma iyi bak kızım. Ehli
kitap, O'nun bu ümmetin Peygamberi olacağını haber veriyor.
Ümmü Eymen, ne asil kadın Allahım! Öz anne
kadar içli ve yakın. bu yüzdenh ileride iltifatların en makbulüne kavuşacak,
fahri kainat O'nu:
-Annemden sonra annem!... diyerek başına
Peygamber medhinin güllerinden örülü bir mana tacı oturtacaktır.
Ümmü Eymen anne diyor ki;
-O'nun, açlık ve susuzluktan şikayet ettiğni
bir kerecik bile göremedim.
Oralar toprak yine yol yol çatlamış. Suya
hasretin böyle dilim dilim ettiği bu topraklara yakında yağmur düşmezse kıtlık
ve kuraklık kapıda... Bu tasa giderek büyürken, Safile binti Hişam'ın yol
gösteren rüyası bir ümid kapısı aralıyor:
-Ey Kureyş! Son peygamberin zuhur vakti
erişti. O resul aranızdan çıkacaktır. Gelmesi yaklaşıyor. Bolluk günleri de ırak
değil. İçinizde biri var... heybetli, beyaz ve güzel yüzlü, uzun kirpikli. O ve
siz, abdestli! olarak, erkek çocuklarınızla birlikte Kabe'yi yedi defa tavaf
edin. Sonra Kubeys dağına gidin. Güzeli yüzlü adam, dua etsin ve yağmur dilesin,
siz de amin deyin Allahü teala yağmur yağdıracaktır.
Safiye rüyasına sabahleyin anlattığında,
dinleyenlerin gözünde sevinç parıltıları. Söylenen adamın Abdülmuttalib
olduğunda herkes birleşiyor. Hep beraber emir'in kapısındalar. Rüya
anlatılıyor...
Yıkanıp paklandıktan sonra, her evden bir
çocukla Kubeys dağına çıkıyorlar.
Dağlar ve ovalar, bir damla suyu beklemeye
durmuş. Abdülmuttalib, kucağında iki cihan güneşi, etrafında halk, yerlerde
kurumuş otlar... gök bulutsuz açık mavi.
Abdülmuttalib; dua ettikçe "amin" seseri, arı
uğultusu gibi karşı kıyılara çarpıp yankılanarak eriyip kayboluyor.
Duanın üzerinden az bir müddet geçmişti ki,
göğün yağmur yüklü kurşuni bulutlarla dolması ile boşanması bir oldu.
Şakırtılarla yağan şiddetli yağmur dağı taşı rahmete boğmuştu.
Kureyşliler gayet sevinçli. İleri gelenler
şanlı dedeye minnet duygularını arz ediyor ama bu rahmete sebebe dede mi, torun
mu?
Beni Müdles kabilesi kıyafet ilminde pek
ileri. İnsan uzuvlarını çok iyi tanıyor ve bunun isabetle ruhi tahlillerini
yapıyorlar. Sevgili Peygamberimiz, Müdles'ten bazılarının da dikkatini
celbediyor. Efendimizin mübarek ayakları özellikle ilgi odakları. Dedesine
gelerek kanaatlerini söylüyorlar:
-Torununun ayakları, tıpkı İbrahim
aleyhisselamın ayakları gibi. O'ndan sonra ayakları, İbrahim Peygamberin
ayaklarına benzeyen biri ilk defa görülüyor.
Abdülmuttalib, bu iyi insanlara teşekkür
ederek ağırlayıp memnun ediyor.
................
Kureyşin reisi, bir gün yine Kabe'nin duvar
dibindeki kendine mahsus yerinde... huzura Necranlı bir rahip çıkıyor. Rahibin
hallini istediği bir meselesi var. Bunun için doğrudan doğruya O'na
gelmiş.
-Ey Abdülmuttalib! Burası Mekke şehri...
kitaplardan edindiğimiz bilgilere göre kendisinden sonra nebi elmeyecek olan Son
Peygamber, beldenizde doğmuş olmalı.
Abdülmuttalib, renk vermeyen bir sakinlikle
dinliyor. Rahib, son peygamberdeki ayırıcı vasıfları da tek tek saydıktan sonra
ekledi:
-Sülalesi İsmail aleyhisselam'a dayanır...
demişti ki efendimiz orayı şereflendirdiler. Yedi yaşındalar. Rahip O'nu görünce
sözünü kesti ve heyecanla bakışlarını üzerinde gezdirmeye başladı... gözler,
kirpikler, ten rengi, ayaklar. Ve dayanamayarak iyice yanına sokulup göz
rengine, ayaklarına, sırtına uzun uzun baktı:
-Evet; işte bahsettiğim insan. Demek
yanılmamışım. Oğlunuz mu?
Abdülmuttlib:
-Evet rahip efendi; oğlumdur.
-Olamaz! Bu sizin oğlunuz değil! Şundan ki,
okuduğuma göre, babasının hayatta olmaması lazım.
-Haklısın! Seni yoklamak istidim. Gördüğün
buç oçuk oğluumun oğludur babası o o, doğmadan öldü...
sevgili peygamberimizin amcaları da bu sırada
yanlarına gelmişti.
Rahip:
-Söyledikleriniz, bildiklerimi doğruluyor.
Torunun, ahir zaman peygamberi olacağında şüphe kalmadı.
Abdülmuttalip , yüzünde alabildiğine
memnuniyet aydınlıkları oldğu halde oğullarına döndü:
Denilenleri kulaklanızlla dinlediniz.
Yeğeninize ona göre sahip çıkmmalısınz. Sanki vasiyet.
Yoksa bir yıldız daha mı kayıyor; merhamet
kartalı, batan ufka doğru yorgun kanat mı çırpıyor?
O yetim incinin yetimliğine yeni yetimlikler
mi ekleniyor?
Ve Dede de Öldü
GER DİLERSİZ BULASIZ ODDAN NECAT
AŞK İLE ŞEVK İLE EDİN ES-SELAT
(Mevlid'den)
Abdülmuttalib, ömrünün son günlerinde. Ölüm,
ona bir nefes yakınlığında, bir gölge uzaklığında...
Büyük göçün ilk habercisi donup kalan göz
kapakları.
Olsun!...
Ölüm, kendisine nefesi kadar yakın, gölgesi
kadar uzak olsun. O, bunu düşünmüyor. Doğmak, ölmeye aday olmak değil mi? Herkes
gibi yalnız ölecek. Oniki oğlu, altı kızı, şu kadar torunu, şu kadar akrabası
hatta sadık bir milleti de olsa yalnız, yapayalnız. Bunun derin şuur ve
güleryüzlü teslimiyetinde. Çünkü hayatı sonsuzluğa dönük olarak geçti.
Beklenmedik bir anda ölebileceğini, hesap melekleri ile yüzyüze kalabileceğini
unutmadı.
Abdülmuttalib, ölüm endişesinde değil. O'nun
aklı fikri torununda. Hamisi vefat edince, bu sekiz yaşındaki yavru ne
olacak?
Baba yüzü görmemiş, annesine doymamış; O gül
yüzlü, gül gülüşlü,dededen sonra kimsiz, kimsesiz kalmamalı. İncelikler menbaı
müstesna kalbi kırılır da o iri iri güzel gözlerdenuzun siyah kirpikler, bir
damla yaşı süzerek toprağa düşürürse; bu, o toprağın felaketi olmaz mı; bu o
toprağı yakıp kavurmaz mı?
Evladları huzurunda... hepsi gelmiş; hepsi
orada. Herkeste dönülmez bir yolculuğa çıkacak baba için büyük bir hassasiyet ve
dikkat. Bir adam, az sonra ölecekse orada susmak en anlaşılır kelamdır... başlar
öne düşmüş, yaşlarla herelenen gözler yerde, renk uçuğa yakın.
Ah ölüm!.. Ah ayrılık perdesi!... Ah büyük
mecburiyet!
Abdülmuttalib, sakin ve telaşsız. Bir gün
sonra geri gelecekmiş kadar tabii... elinin biri Peygamberler Peygamberinin
omuzunda olduğu halde konuşmaya başladı. Tesirli ve insanın ta içine işleyen
ustalıkla seçilmiş kelimeler:
Benim için göç zamanın geldiği anlaşılıyor.
Sizlerden ayrılıyorum... kim ayrılmadı ki Abdülmuttalib kalsın? Yegane düşüncem
şu yetim. O'na hizmet için biraz daha ömrüm olmasını ne kadar isterdim. Fakat
imkansız. Ezelde takdir edilen günlerim tükeniyor. İçim, varlığı çok büyük bir
nimet olan yavrumun hasreti ile alev alev. O'nu birinize emanet etmek istiyorum.
Acaba hanginiz yeğenini yanına alarak, üzüp incitmeden hizmet edeblir? öyle
dikkatle himaye edilecek ki, bir defa bile kırılıp darılmayacak.
En evvel söz alan Ebu Leheb oldu:
-Ey arabın kudretli önderi! ömrün uzun duan
kabul olsun. Eğer çocuğu yanına vermek için aklından geçen bir isim varsa ne
ala. Ama böyle bir kararın yoksa, ben istiyorum. Arzuna uygun bakacağımdan emin
olabilirsin!..,
-Evet, Ebu Leheb! Senin malın mülkün gani.
O'nu görüp gözetirsin... Ama kalbi katı ve merhameti az bir insansın. Yetimler
ise yaralı kalbli olur ve çabuk incinirler.
Abdülmuttalib, Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, İslamiyeti yaymaya başladığında, O'nun en büyük
düşmanı olacak Ebu Leheb'i, ta o günden firaseti ile teşhis ediyordu...baba,
evladına katı kalbli ve merhametsiz olduğunu ölüm vaktinin o zor demlerinde
bile, tereddütsüz hatırlatırken ne kadar haklıydı.
Bıçak gibi keskin bu sözler üzerine Ebu
Leheb, diz çökmüş olduğu Abdülmuttalib'in önünden, asabi ve huzursuz olarak
geriye çekildi.
İkinci istekli Hamza oldu:
Babacığım bana emanet eder misin?
-Bu şerefe en fazla layık olan sensin. Ne var
ki çocuğun hiç yok. Evlad sahibi olmayan için çocuk halinden anlamak zor
olur.
-Abbas:
-Öyleyse bana ver babacığım!...
-Sen de çok layıksın ama çocukların fazla.
Bir babanın, kendi evladları dururken onlarrı bırakıp başkası ile alakadar
olması kusurdur.
Ebu Talib:
-Onun yetiştirmek için ben herkesten daha
fazla arzuluyum. Ama ağabeylerim dururken onların önünne geçemezdim. Gerçi
malım, mülküm az. Yoksul sayılırım. Lakin sevgi ve ilgim herkesten
ileridir.
-Bu değerli hizmet senin olmalı. Bununla
beraber, her işimde O'nunla istişare eder ve işaretine göre hareket ederim. Bu
usule hep doğru sonuçlara vardım.Şimdi de kendisi ile meşveret edeceğim. Kimi
seçeceğini bizat tayin etmeli, dedi ve Resulullah'a döndü:
-Ey varlık hikmetim! İçim sevginle dolu
olarak ahiret yolundayım... Artık senden mahrum kalıyorum. Amcalarından
hangisinin manevi babalığını tercih edersin?
Dalgalı siyah saçlı, karakaşlı, karagözlü,
kırmızının güzelleştirdiği beyaz yüzlü çocuk, bir anda koşup kollarını Ebu
Talib'in boynuna doladı. Efendimiz, babası Hazret-i Abdullah'la anne bir kardeş
olan Ebu Talib'i seçmişti.
Abdülmüttalib memnun...
-Allah'a hamdolsun! Netice isteğime uygun
tecelli etti, dedi ve devamla:
-İyi dinle Ebu Talib! Bu narin yavru,
ana-baba şefkatinden mahrum kalmıştır. O'na göre davran. Seni kardeşlerinden
üstün tuttuğum için, yüksek emaneti ihtimamına bırakıyorum.O'nun babası ile sen,
aynı anadan doğdunuz. Öz canın kadar aziz bil ve sıkı koruyup kolla. Yeğeninin
Peygamberlik günlerini idrak edersen, alemşümül da'vetine mutlaka tabi ol!
Bunlar sana baba vasiyetidir. Kabul ediyor musun?
Kabul ettim. Allah, gizli ve aşikar her şeyi
bilir.
-Elini uzat, dedi Abdülmuttalib. Elini uzat
ki bu yüce emaneti sana bizzat teslim etmiş olayım. Sonra Ebu Talib'in elini
sıktı ve torununu yanına alarak, kainatın en güzel başını ve en güzel gözlerini
öpüp kokladı:
-Şahid olun ki, ben cihanda bundan daha güzel
bir koku ve bundan daha güzel bir yüz görmedim!...dedi ve kızlarını etrafına
cağırdı:
-Öldüğümde benim için nası bir mersiye
okuyacağınızı merak ediyorum. Haydi şimdiden söyleyin ben de işitmiş
olayım!...
Sevgili Peygamberimizin altı halası bir
ağızdan fasih arapçaları ile şu anlamda dokunaklı bir ağıt yaktılar:
-Cömert, hürmete ve itaate layık / Edebli,
nazik ve güzel ahlaklı /Cesur, adil, iyiliksever / Asil soylu, heybetli, tatlı
sözlü, şerefli /En şerefli şüphesiz/ Şeref bir inasanın dünyada ebedi kalmasına
yetseydi / O elbette yüksek şerefiyle yaşayıp gidecekti.
Ve dede de öldü.
Kızlarının bahar rüzgarı gibi hafif ve
yumuşak sesleri, kulaklarına dola taşa bu fani alemden çekilip gitti. Ve Sevgili
Peygamberimiz, sallallahü ve sellem, bir daha öksüz kaldı.
Abdülmuttalib'in vefat haberi, Mekke'yi şöyle
bir dalgalandırdı. Alışveriş bile durdu ve çarşı günlerce kapalı
kaldı.
O güne kadar kimseye gösterilmeyen bir
hürmetle ceset sidre yaprağının suyu ile yıkandı ve Yemen kumaşından iki parça
kefene sarılarak misk sürüldü.
Kureyş ahalisi, engin hürmet ve
bağlılıklarından dolayı emirlerinin tabutunu eller üzerinde uzun uzun taşıdıktan
sonra, kabristan yoluna girdile. Tabutun hemen arkasındakilerin arasında azizler
azizi de var. Buğulu bakışları ayak ucunda yumuşak adımlarla yürüyor.
Tabutunu el üstünde, sevgisini kalblerde
taşıyan kalabalık, Hacun mezarlığında.Abdülmuttalib, büyük dedesi Kuseyy'in
yanına defnedildikten sonra alay, Mekke'ye dönüyor.
O, kabirde meleklere ömrünün hesabını vere
dursun. Biz gelelim bu er kişiyi nasıl bildiğimize:
Meşhur ismi ile Abdülmuttalib denen Şeyb'de
kızlarının okuduğu şiirdeki bütün iyi haller fazlası ile mevcuttu...
Uzun boylu, heybetli, iri başlı, yakışıklı
bir vücut... Vücudu akıl, terbiye, sabır, dürüstlük, misafirperverlik, mertlik
ve anlayışla süsleyen bir güzel ahlak.
Ve cömert.
Sedece fakir fukaraya değil, dağda ovada,
aç-susuz kalan kurdu kuşu bile aratıp bulduran ve onları doyuran bir
tabiat.
İsmail aleyhisselamın dini üzre ibadet eden
takva sahibi bir mü'min. Üç aylara hürmet gösteriyor. Ramazan ayı gelince Hira
dağında inzivaya çekilen ilk insan.
...akraba ve milleti ile yakından alakalı;
kimsesiz ve düşkünlerin sahibi, zulüm ve haksızlığın hasmı.
Abdülmuttalib'in bütün bu güzel huylarından
dolayı Kureyş kabilesindeki lakabı "İkinci İbrahim"...
İkinci İbrahim. Yani Allah dostu İbrahim
aleyhisselam halkatinde biri. Bir insana rütbe olarak bundan başka ne lazım
gelir ki?
Onunla Gelen Bereket
"ÜMMETİM" DEDİ SANA GÜN MUSTAFA
VER SELEVAT SEN DE O'NA BUL SAFA
Dar Mekke sokaklarında iki kişi. Ebu Talib,
bir çocuğun elinden tutmuş olarak evnrin yolunda..
Bu çocuk, önce babası, sonra annesi, sonra
dedesi ölen; ve şimdi, amcası Ebu Talib'e kalan kainatın varlık
sebebi...
Amca, bir fakir adam.
Bütün serveti, üç beş deve olmasına mukabil,
kalabalık sayıda çoluk çocuğu var. Dürüst bir insan. Geçim sıkıntısında ama
cömert. Cahiliyet zamanın çirkin adeklerine bulaşmamış güzel huylu biri. O da
babası gibi ağzına içki koymamış.
Yoksulluğuna rağmen de kavminin reisi Böyle
bir şeye o güne kadar tesadüf edilmiş değil. Bir insanın milletinin başına
geçebilmesi zengin olma şartına bağlı.
Ebu Talib, babasının vasiyetine tam tabi.
Sözünün eri, Yeğenin gözü gibi koruyor. O'nu öz çocuklarından dahi çok seviyor.
Öyle bir sevgi ki, gıpta etmemek mümkün değil.
O, elini uzatmadan yemeğe
başlamıyor.
O, Gelmeden sofra kurulsa:
-Durun, iyor; oğlum gelsin! Sofraya uzanan
eller, geri çekiliyor ve herkese beklemeye başlıyor.
Onu yanına almadan uyumuyor:
Sevgili Peygamberimiz:
-Sen hayırlı ve mübareksin, diyerek iltifat
ediyor.
Ne doğru... Hem hayırlı, hem mübarek. Eğer
sofraya ilk el uzatan bu mübarek çocuk olmamışsa, yemek kifayet etmiyor ve hane
halkı aç kalkıyor. Ama ilk başlayan o ise; yemek artıyor bile. Bir kase sütten
mbiraz içse, kase, herkese yetene kadar tükenmiyor.
Efendimiz, her yaşta edeb timsali; sofra
kurulduğunda Ebu Talib'in çocukları, hemen yemeğe başladıkları halde; O, vaktini
bekleyerek sofra adabına dikket ediyor. Bu sebeple Ebu Talib, yeğenine bazen de
ayrı sofra kurduruyor.
İşte bu fakir evde O, sallallahü aleyhi ve
sellem, geldikten sonra mala mülke bereket düştü. Her şey artıyor, her şey
çoğalıyor.
Ebu Talib'in evinde yokluk, yerini bolluğa
terkederken; Mekke başka mbir hali yaşıyor. Kuraklık ve kıtlık, bir salgın
hastalık gibi hurmaları solduruyor, derelerin suyunu çekiyor, yeşil tarlaları
sarartıyor ve nihayet kilerleri, mutffakları tamtakır ediyor. Dağlar ve ovalar,
"su" diye inliyor gibi.
Bu arada her kafadan mbir ses geliyor. Her
Mekkeli, aklının erdiği kadar bir şeyler söylüyor:
-Hayır, Lat olur mu? Ancak Uzza, bu kuraklığa
çare bulur.
-Hayır hayır! En iyisi Menat'ın önünde diz
çökelim.
Konuşmaları dinleyen bir ihtiyar, kalabalığı
titreten gür sesle:
-Yazıklar olsun! Aranızda İbrahim Peygamber
evladları varken; siz hala nelerden medet umuyorsunuz?
İhtiyarın hakim sesi ahaliyi toparladı.Ne
demek istediği belliydi.Doğru Ebu Talib'in kapısına geliyorlar:
-Ey Ebu Talip!Kıtlığı görüyorsun.Çöl bile
yağmura hasret...Bir damla su yok.Çocuklarımız ölmeye,hayvanlarımız kırılmaya
yüz tuttu.Gel,yağmur duasına gidelim.Neslinin bereketine belki yağmur
yağar.,..
Ebu Talip,evden çıkıyor.Yanında güneş yüzlü
yeğeni.Önde Ebu Talip ve Sevgili Peygamberimiz,arkada kalabalık,Beytullah
yolundalar.Hava müthiş sıcak.Gök cilalanmış gibi dupduru.Bulut namına birşey
yok.
Ebu Talib,sırtını Kabe duvarına
dayadı.Mübarek çocuk da bir eliyle Kabe'nin örtüsünü tutarken,öbür elinin
şahadet parmağını cilalı mavi göğe doğru
uzatıyor...Hayret,hayret,hayret.
O süpürülmüş gibi bulutsuz olan
göğü,bulutlar,yeme koşan kocaman kuşlar gibi bir anda dolduruyor.Ve
şimşekler,yıldırımlar.Peşinden de şakır,şakır,şakır yağan yağmur.Öldüren hasret
bitip,dağ-taş suya kavuşuyor.Her taraftan derecikler koşturuyor.
...............
Ebu Talib'in çocukları,sabahları
kalktığında,saçları dağınık,gözleri çapaklı olduğu halde,Sevgili Peygamberimizin
cennet kokan saçları taranmış,mübarek gözleri sürmelenmiş olarak pırıl pırıl bir
yüzle uyanıyor.
Ebu Talib'le aziz yeğeni bir
sahradalar.Amca,bir ara susuzluktan mecalsiz kalıyor ve dudaklarından gayri
ihtiyari:
-Su,susadım diye kelimeler
dökülüyor.
Bunu işiten merhamet sultanına bir
mucize.
Ebu Talib,anlatıyor:
-Susadım,deyince yeğenim,hemen dizleri üstüne
yere oturdu.Oturur oturmaz,topuklarının,kumlara değdiği noktadan bir pınar
kaynamaya başladı.Cenab-ı kibriya kenara çekiliyor,Ebu Talib,kana kana içerek
susuzluğunu dindiriyor...
Devrin adetine göre,zaman zaman Mekke'ye
"kaif" denen kimseler geliyor.Bu kaifler,ensanların görünüşlerinden manalar
çıkarıp istikballerine dair tahminlerde bulunuyorlar.Her gelişlerinde
fakir-zengin,bütün tabakalardan halk,çocuklarını getirerek onların önündeki uzun
zamanı bilmek,meçhul istikamet perdesini aralamak istiyorlar.
Bakın yine şehrin meydanlık yerinde bir
kalabalık var.Bir adamın başına toplanmış olanlar,ondan çocuklarına dair sırları
soruyorlar:
Bu adam,Ezd-i Şenue kabilesinden bir
kaiftir.Oraya gelmiş bütün herkese cevaplar veriyor.
Fakat kaif,birden değişiyor.Önündekilerin
üstünden aşağı bakışları,dinleyenlerin en dışında kendisini seyreden bir çocuğa
takılıyor.
"Kaif"haberini duyan Ebu Talib de sair Mekke
seçkinleri gibi,yeğenini alarak adama gidiyor. Vardıklarında etrafı çevrilmiş;
adam haratle anlatıyor. Amca-yeğen kalabalığın dışından manzarayı seyrediyorlar.
İşte tam bu sırada, Sevgili Peygamberimizi görüyor.
Kaif, bir an baktığı noktayı dikkat ve
nüfuzla süzdükten sonra hareketlerinde değişikilik başladı. Telaşla
başındakileri savıyor. Belliki bir heyecana yapılmış. Durum, Ebu Talib'in
nazarından kaçmıyor. Ve sebebi de anlıyor. Amca, bir tedbirli adam; ne olur ne
olmaz? Hiç kimseye belli etmeden yeğeni ile usulcacık oradan
ayrılıyorlar.
Biraz sonra önündekilerden başını kaldıran
yabancı şaşırdı; Efendimizi soruyor. Cevap menfidir. Sorduğu çocuk biraz önce
gitmiştir.
Bunun üzerine kaif, konuşuyor; hazır olanlar
şahid...
-Vallahi O çocuğun şanı yüce
olacaktır.
.......................
Sevgili Peygamberimizin on yaşında iken,
diğer baba bir amcaları Zübeyr ile seferdeler.Kervan bir dere kıyısına
geldiğinde azgın bir deve ile karşılaşırlar: Hayvan, mümkün değil, dereden
kimseyi geçirmiyor. Her teşebbüs neticesiz kalınca, bazıları geri dönme fikrini
ortaya attılar. Karşı kıyıya geçme ümidlerinin yavaş yavaş kırılmaya başladığı
bu anda efendimiz imdada yetişiyorlar. Develerinden inerek yol kesici hırçın
deveye biniyorlar.
Devecik, yumuşak, uysal, itaatli.
Peygamberimiz, deminki huysuz devenin üstünde
oldukları halde önde, kervan arkada suyu geçiyorlar. Çümle yaratılmışların
Peygamberi, burada o deveden inerek hayvanı serbest bırakıyor ve tekrar kendi
devesine binip hep beraber yola devam ediyorlar.
..................
Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve
sellem, on-onbir yaşlarında iken şakkı sadr-göğüs yarılması olayını bir kere
daha yaşadılar.
İki melek, Peygamberimize gelerek, O'nu
incitmeden yere uzatıp mübarek göğüzlerrini yardılar. Efendimiz, hiç bir ağrı ve
sızı duymuyorlar.
Melekler, en makbul bedenden kin ve hasedi
temizleyerek yerini rahmet ve rahmetle doldurdular.
Kin ve hasetten sonra bir de siyah bir kan
parçasını çıkaran melekller, bunun yerini nurla doldurup, mübarek çocuğu ayağa
kaldırdılar.
O anı şöyle tasvir buyuruyorlar:
-Baktım, kendimde küçük-büyük bütün mahlukata
karşı şefkat ve rahmet buldum.
Şakkı sadrın üçüncüsü ise vahiy ineceği zaman
Hira dağındaki mağarada vuku bulacaktır.
....................
O'nun seçilmişlern seçilmişi, üstünlerin en
üstünü olduğunu haber veren vak'alardan birine yine Ümmü Eymen delalet
ediyor.
....................
....Mekke'de bir koca put var. İsmi "Bevane".
Müşkirler, senede bir gün, bu putun karşısında sabahtan akşama kadar saygı ile
dururlardı.
Ebu Talib, Peygamberimizi de bu ayine
getirmek istiyor. Ama, daha küçük yaşlarında böyle bir batıl ibadeti
reddediyorlar. Amca va akraba ları, inciniyor. Israrlılar. Israr ve ricalar
yüzünden şöyle bir görünüp, kaybolmak üzere Bevane'nin yanına kadar geliyorlar.
Gelmeleri ile ortadan kaybolmaları bir oluyor. Bir zaman sonra göründüğünde
şaşkın halde soruyorlar:
-Ne oldun, nereye gittin?
Bütün putları yerle bir edecek dinin
Peygamberi her zor ve tehlikeli anda olduğu gibi yine korunmaktadır. Kendileri
buyuruyorlar:
-Ben puta yaklaşınca uzun boylu biri geldi
"Ya Muhammed, sakın bu puta elini bile sürme ve bunların merasiminde
bulunma"
Sevgili Peygamberimize o yetimlik günlerinde
hizmetle şereflenenlerden biri de Ebu Talib'in zevcesi Fatıma Hatun.
Yengesi, yetim ve öksüz inciye evlerine
geldiği ilk andan itibaren, bir anne şefkati iele sahip çıkmış ve onu o kırık
kalbli günlerinde yalnız ve sahnipsiz bırakmamıştır.
Yüce Peygamber, sonraki yıllarda bu asil ve
müşfik kadını hiç unutmamış ve yengesini ihtiyar yaşında daima arayıp sorarak
gönlünü hoş tutmuştur.
Efendimiz bir gün yengesinin vefat haberini
alınca üzüntülerini şu kısa fakat derin muhabbet dolu kelimelerle dile
getirdiler...
-Bugün annem öldü.
...bu sözler sana ne devlet ey Fatıma anne!
Kainatın seyyidinin seni annelik tahtına oturmalarından büyük şans ne olabilir
ki...
Peygamberimiz, daha sonra gömleklerini
çıkartarak yengelerine kefen olarak sardılar.
Aziz kadın, kabristana getirildiğinde
Peygamber efendimiz de orada hazırlar. Ölü, kabre konmadan önce Resulullah
mezara inerek yan tarafları üzerine biraz uzandıktan sonrra dışarı çıktılar ve
n'aş defnedildi.
Eshab, hayrette. Her hal ve davranışlarına
dikkat ettikleri Peygamberimizde o ana kadar böyle bir hareket
görülmemiştir.
Ey Allah'ın Resulü! Şimdi gördüklerimizi bir
başkası için yaptığına rastlamadık, diye meraklarını arz ediyorlar.
-O, benim annemdi. Çocukları açken önce beni
doyurur, saçlarımı tarardı. O, benim annemdi.
...ve devam buyuruyorlar:
-Ebu Talib'den sonra bu kadıncağız kadar bana
iyilik eden olmamıştır. Ahirette cennet elbiselerinden elbise giymesi için
gömleğime sardırdım. Kabre ısınması, kendini yalnız zannetmemesi maksadıyla
oraya uzandı, mahşer gününe kadar beni hep yanında yatıyor görecek...
-----------------------------------------------------
Tamamı............................tutacak
olan "Sevgili Peygamberim" ismindeki bu eserin ilk cildinde Efendimizin dünyayı
nurlandırmalarından doğumlarına kadar haber ve işaret mahiyetinde olan hadiseler
anlatılmıştı.
İkinci cildde doğumlarını, bebeklik ve ilk
çocukluk devrelerini ve bu arada anneleri; can annemiz Amine Hatun'un vefatını;
dedeleri ve son olarak kendilerine öz anne şefkati ile sahip çıkan ve Peygamber
Efendimizin "annem"diye iltifat buyurdukları Ebu Talib'in hanımı Fatıma Hatun'u
kaybetmelerini okuyoruz.
Ramazan-I Şerif ayında kavuşacağımız üçüncü
cildde ise ikinci çocukluk dönemleri, gençlik zamanları; ve bu arada yaptıkları
seyahetler ile evlenmeleri , Cebrail Aleyhisselamın, Peygamber Efendimize
gelmeye başladıkları günleri bulacağız.
Her cildi ayrıca radyo tiyatrosu tekniği ile
banda alınan bu eserin her iki kitabı da teyb bandı haline getirilmiş olup
bürolarımızdan temini mümkündür
AnaSayfa ...................
Cilt-3
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder