Sitelerimiz
http://islamikonular.weebly.com/
http://islamilminfazileti.tr.gg/
http://kalpteninan.weebly.com/
http://namazhakk.blogspot.com.tr/
http://peygamberefendimizinyolu.blogspot.com.tr/
http://hadiskelimeleregore.blogspot.com.tr/
http://kapanmak.blogspot.com.tr/
http://diniprogramlarkurt26.blogspot.com.tr/
20 Ocak 2014 Pazartesi
Peygamber Efendimizin (s.a.v) Yüzme, Ok Atma, Ata Binme Sünnetleri
Peygamber Efendimizin (s.a.v) Yüzme, Ok Atma, Ata Binme Sünnetleri
Hadis-i Şeriflerde “Atıcılık, Binicilik, Yüzme”:
Gayeli oyunlardan askerlikle ilgili oldukları için erkeklere ait olanlar üzerinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ısrarla durmuş, bunlara teşvik sadedinde pek çok hadis îrad etmişti. Bu meyanda en çok üzerinde durulanlar atıcılık, binicilik, yürüme ve yüzmedir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir babanın evladına kaşı vazifelerini sayarken "helal rızıkla beslemek", "yazıyı öğretmek"le birlikte bunlardan atıcılık ve yüzme öğretmeyi de zikreder. Keza Tirmizî'nin "sahih" olduğunu tasrih ettiği bir rivayette, insanoğlunun bütün eğlenceleri bâtıl ilan edilirken "atma, binme, yüzme, yürüme ve hanımıyla eğlenme" bundan hariç tutulmuştur ve bunların "Hak'tan" olduğu tasrih edilmiştir.
Şimdi bunlarla ilgili teşvikleri ayrı ayrı görelim:
Atıcılık:
Gayeli oyunlarla olarak tavsif ettiğimiz gruba dahil olanlar arasında, en fazla ehemmiyet verilen ve ısrarla üzerinde durulan budur. Hemen belirtelim ki -ilgili âyetin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yapılan tefsirinde göreceğimiz üzere- Resûlullah "atıcılık"ı tafdil ederken, "ok atma" diyerek, devrinde geçerli atma vasıtasıyla kayıtlamıyor, alelıtlak atmayı övüyor ki bu ifadeye -zamanımızdaki atom, roket vs. dahil- her devrin atma vasıtası girmektedir. Böylece "atma" fiili, üstünlüğünü koruduğu müddetçe, sünnetin -ve dolayısıyle âyetin- çağrısı aktüalitesini ve geçerliliğini bütün canlılığı ile muhafaza edecektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de:
Atıcılık, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e göre, daha çocukken öğrenilip ölünceye kadar kaybedilmemesi gereken bir maharettir. Boş kaldıkça can sıkıntısı ârız oldukça, biraz eğlenme ihtiyacı duyuldukça en meşru vakit değerlendirme vasıtasıdır. Bir rivâyette:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), atıcılığı "düşmanın hezimeti" diye vasıflandırır ve "atıcılık, binicilikten daha mühimdir" diyerek diğer askerî oyunlar arasında en mümtaz makamı buna verir. Utbe İbnu Ebî Hakîm'in rivayetine göre, yanında atış vasıtası olan "yay" zikredilen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şunu söyler:
Ashab'tan bir grubun eğlenmeye gittiği söylenince memnuniyetsizlik izhar ederken "atışa" gittiklerinin tasrihi üzerine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in:
Rivayetler, iyi atış yapanlara Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fevkalade iltifatlarda bulunduğunu da göstermektedir. Uhud harbinde isabetli atışları sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), başka hiç kimse için kullanmadığı "annem babam sana feda olsun" tabirini Sa'd İbnu Ebî Vakkas'a kullanmıştır -ki, Serahsî bu keyfiyeti, atıcılığın diğer oyunlara efdaliyeti hususunda zikrettiği deliller meyanında kaydeder- bu cümleden olarak, iyi atıcılardan olduğu tasrih edilen Ebû Talha, atış yaptığı zaman, okunun düstüğü yere Hz. Peygamber (aleyhisssalâtu vesselam)'in "boyunu uzatarak" baktığı rivayet edilir. Mamafih Allah rızası için attıktan sonra, her atışın isabet etse de etmese de "Kıyamet günü atıcı için bir nûr" olacağı, bir köle âzad etmiş gibi ateşten koruyacağı belirtilmiştir.
Bazan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in atış yarışlarında hazır bulunup, hatta taraf bile tuttuğuna şâhit olmaktayız. Ancak mukabil tarafın: "Siz o tarafı tuttunuz!" diyerek atıştan vazgeçmesi üzerine Hz. Peygamber: "Atın! Ben ikinizle de beraberim." diyerek taraf tutmaktan vazgeçer.
Bütün bu teşviklerin tabii bir sonucu olarak ashab, atıcılığa önem vermiş, her fırsatta, hatta akşam namazından sonra hava kararıncaya kadar bile ok atışları yapmıştır. Hz. Enes (radıyallâhu anh)'in umumiyetle, kendisine atılan bir mindere oturduğu, bu sırada çocuğunun önünde ok atma talimleri yaptığı belirtilir. Bir seferinde atış yapan çocuklarına çıkagelen Enes (radıyallâhu anh) atışlarını isabetsiz bularak beğenmez, yayı ellerinden alıp birkaç atış yapar, hiçbiri de hedefinden şaşmaz. Ukbe İbnu Âmir ok atmanın faziletiyle ilgili hadisleri işitince: "Elim kesilmiş bile olsa ok atmayı bırakmayacağım." der.
Hz. Ömer (ra) de, gerek hutbelerinde Medîne halkına, gerek mektuplarında Şam, Azerbaycan gibi civar halklara; Ebû Ubeydeti'bnu'l-Cerrâh gibi komutanlarına yazarak yukarıda zikredilen hadisleri kaydedip atıcılık, binicilik, yüzme ve koşma gibi askerî tâlimlere (gayeli oyunlara) ehemmiyet verilmesi, bunların çocuklara öğretilmesi için sık sık talimatlar vermiştir.
Muhtelif rivayetler, çocukların belli hedefler koyarak ok atışları yaparak eğlendiklerini göstermektedir. Bazı durumlarda çocukların çeşitli nev'den canlı hayvanları bile atışlarına hedef yaptıklarına rastlıyoruz ki, bu davranışlar şiddetle yasaklanmıştır.
Binicilik:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) daha önce de zikrettiğimiz gibi, atıcılığı biniciliğe takdim etmekle beraber, bunun da ihmal edilmeyip behemahal öğrenilmesi ve çocuklara öğretilmesi, mümkün mertebe günlük eğlenceler arasına dahil edilmesi için ısrar etmiş at ve deve yarışlarına teşvik etmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zaman zaman koşu yarışları tertiplediği, bunları maddî ödüllerle mükâfatlandırdığı rivayetlerden anlaşılmaktadır. Bazı rivayetlere göre -bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de, bir seferinde, antrenmanlı, bir seferinde antrenmansız deveyle olmak üzere- iki defa yarışa katılmış, antrenmanlı deve ile altı mil mesafe tutan Hafya ile Seniyyetü'l-Vedâ arasında, antrenmansız deve ile bir mil mesafe tutan Seniyyetü'l-Vedâ ile Mescid-i Züreyk arasında koşmuştur. Fakat şu rivâyete bakarsak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in daha fazla binme yarışları yapmış olabileceği hükmüne varılabilir. Hz. Enes anlatıyor:
Yüzücülük:
Çocukluğunda Medine'de öğrenmiş olduğu yüzücülüğü de takdir edip "atış ve yüzmeyi bilenlerden memnun kaldığı" belirtilen Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yüzmeyi öğrenmeleri için de ümmetine teşvikleri mevcuttur. Kitabet, atıcılık ve biniciliğe olan teşvikleri meyanında yüzmenin de zikredildiğini görmüştük. Burada, aynı rivâyetleri tekrar etmeyeceğiz. Ancak şunu da belirtelim ki, müteakip devirlerde Müslümanların yüzmeye yazıdan daha çok ehemmiyet verdikleri anlaşılmaktadır. Halîfe Abdülmelik, Şa'bî'ye (İbnu Kuteybe'nin rivâyetinde Haccac, oğlunun müeddibine):
Bazı rivâyetlerde atıcılık ve binicilikle birlikte yürümenin de tavsiye edildiğine, ashâbın buna da ehemmiyet verdiğine şâhit olmaktayız. Ebû Zerr'den yapılan bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
Bu gruba güreşi de katmak mümkündür. Muhammed İbnu Ebî Ali'den gelen mürsel bir rivâyet, Hz. Hasan'la Hüseyin'in, dedelerinin huzurunda güreştiklerini kaydeder. Rivâyette belirtildiğine göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Hasan tarafını tutar, sebebi sorulunca: "Cebrâil Hüseyin'e yardım etmektedir, ben de Hasan'a yardım etmeyi seviyorum." cevabını verir.
İbnu Hişam'ın bir rivayetine göre bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de güreş yapmıştır. Mekke'nin ünlü pehlivanı Rükâne İbnu Abdi Yezid, Müslüman olmak için, kendine göstermesi gereken bir mucize olarak, güreşmeyi ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in güreşte kendisini yenebilmesini şart koşar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) teklifi kabul eder ve pazularından son derece emin olan Rukâne'yi fevkalade şaşırtan bir netice hasıl olur: Güreşi kaybeder. (bk. İbn Hişam, Siyer, 1/390)
Yukarıda sayılan gayeli oyunlara teşvik edici hadislerden, İslam alimleri, harpteki mücadeleye yardımcı olacak her çeşit temrin ve alıştırma yapmaya bunlarda hazâkat ve maharet kazanmaya, uzuvların çeşitli riyazetlerle geliştirilmesine teşvik olduğu hükmünü çıkarmışlar "Zîra bunda dîni aziz, düşmanı zelil kılma vardır." demişlerdir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) askerî mahiyetteki temrin ve oyunlara teşvikle kalmaz. Bunların yapıldığı vasıta ve bu işlerde kullanılan malzemelerin hazırlanmasına, ikmaline de aynı derecede ehemmiyet vermiştir, teşvik etmiştir. mesela en çok kıymet verilmiş olan "atıcılık"ın o zamanki vasıtası olan ok için şunu söyler:
Burada ilave edeceğimiz son bir nokta, mezkur malzemelerin menşei meselesidir. Rivâyetler harp malzemelerinin yerli olması gerektiğini ve yerlisi varken yabancı menşeli malzemenin kullanılmaması icab ettiğini ifade etmektedir. İki ayrı tarikden bazı icmal ve tafsil farklarıyla gelen rivayete göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hayber'in fethi sırasında "İran Yayı" (Kavsen Farisiyyen) taşıyan bir asker görür ve:
Aynı zamanda bir nevî askerî eğitim olan atıcılık, binicilik ve yüzmeyi öğrenip bunlarda maharet kazanma işine, mümkün mertebe erken yaşlarda başlandığını te'yid eden rivayetler mevcuttur. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in torunları Hasan ve Hüseyin'in, dedelerinin huzurunda ok atma müsâbakası yaptıklarını görüyoruz. Hz. Peygamber (alleyhissalâtu vesselâm)'in vefatında Hasan'ın 7; Hüseyin'in de 6 yaşlarında oldukları nazara alınırsa, ok atmaya çok erken yaşlarda başlatıldıkları anlaşılır.
Deve ve ata binme yaşı ile de ilgili olarak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in katıldığını zikrettiğimiz yarışlarla ilgili rivâyeti verebiliriz. Zîra bu rivayetlerde, yarışmadaki müsâbıklardan birinin Abdullah İbnu Ömer olduğu belirtilir. Hadisenin yılı tasrih edilmemiş olmakla beraber Abdullah'ın Hendek savaşı sırasında on beş yaşına basarak harbe katılabildiğini biliyoruz. Mezkur yarışın Hendek harbinden önce cereyan etmiş olabileceği ihtimali nazara alınınca, askere katılma yaşlarına (yani 14-15 yaşlarına) gelmiş bulunan bir kimse, yarışa katılabilecek seviyede binicilikte hazâkat kazanmış olmaktadır. Esasen bu yaşta askere alınması demek, bu yaşa kadar askerliğin icap ettirdiği ok atma, kılıç kullanma, ata, deveye binme gibi maharetleri öğrenmiş olması demektir.
Son olarak, mezkur yaş meselesinde fiilî tatbikat hususunda bir fikir vermek üzere Kâbusnâme Müellifinin bir kaydına nazar atabiliriz. Müellif çocuk için:
(Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)
Sorularla İslamiyet
Gayeli oyunlardan askerlikle ilgili oldukları için erkeklere ait olanlar üzerinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ısrarla durmuş, bunlara teşvik sadedinde pek çok hadis îrad etmişti. Bu meyanda en çok üzerinde durulanlar atıcılık, binicilik, yürüme ve yüzmedir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir babanın evladına kaşı vazifelerini sayarken "helal rızıkla beslemek", "yazıyı öğretmek"le birlikte bunlardan atıcılık ve yüzme öğretmeyi de zikreder. Keza Tirmizî'nin "sahih" olduğunu tasrih ettiği bir rivayette, insanoğlunun bütün eğlenceleri bâtıl ilan edilirken "atma, binme, yüzme, yürüme ve hanımıyla eğlenme" bundan hariç tutulmuştur ve bunların "Hak'tan" olduğu tasrih edilmiştir.
Şimdi bunlarla ilgili teşvikleri ayrı ayrı görelim:
Atıcılık:
Gayeli oyunlarla olarak tavsif ettiğimiz gruba dahil olanlar arasında, en fazla ehemmiyet verilen ve ısrarla üzerinde durulan budur. Hemen belirtelim ki -ilgili âyetin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yapılan tefsirinde göreceğimiz üzere- Resûlullah "atıcılık"ı tafdil ederken, "ok atma" diyerek, devrinde geçerli atma vasıtasıyla kayıtlamıyor, alelıtlak atmayı övüyor ki bu ifadeye -zamanımızdaki atom, roket vs. dahil- her devrin atma vasıtası girmektedir. Böylece "atma" fiili, üstünlüğünü koruduğu müddetçe, sünnetin -ve dolayısıyle âyetin- çağrısı aktüalitesini ve geçerliliğini bütün canlılığı ile muhafaza edecektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Siz de onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın..." (Enfâl, 8/60)âyetinde geçen kuvveti Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bilesiniz ki kuvvet remy'dir, bilesiniz ki kuvvet remy'dir, bilesiniz ki kuvvet remy (atmak) dir."diyerek, te'kidli bir tarzda, kuvveti "atmak" olarak tefsir ederek "atma" ya ve "atıcılık"a müstesna bir yer vermiştir.
Atıcılık, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e göre, daha çocukken öğrenilip ölünceye kadar kaybedilmemesi gereken bir maharettir. Boş kaldıkça can sıkıntısı ârız oldukça, biraz eğlenme ihtiyacı duyuldukça en meşru vakit değerlendirme vasıtasıdır. Bir rivâyette:
"Sizden birinizi gam ve sıkıntı bastığı zaman, yayını kuşanıp, kederini onunla dığıtmadan başka yapacak bir şeyi yoktur."demektedir. Müslim'in bir rivayetinde de:
"Sizden hiç kimse oklarıyla eğlenmekten geri durmasın."der. Öğrendikten sonra atıcılığı bırakarak unutan kimse için; "Bizden değildir, veya (bana) isyan etmiştir", "Allah'ın bir nimetine küfranda bulunmuştur" gibi ifade eden tabirler kullanılmıştır. Bir kısım rivayetler, Ashab'tan bazılarının bu çeşit tehdidlerden korkarak ihtiyarlık zamanlarında bile atış temrini (antrenman) yaptıklarını haber vermektedir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), atıcılığı "düşmanın hezimeti" diye vasıflandırır ve "atıcılık, binicilikten daha mühimdir" diyerek diğer askerî oyunlar arasında en mümtaz makamı buna verir. Utbe İbnu Ebî Hakîm'in rivayetine göre, yanında atış vasıtası olan "yay" zikredilen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şunu söyler:
"Hiçbir silah, hayırda onu geçememiştir."Serahsî bu sözle, yayın cihad aletlerinin en kuvvetlisi olduğunu ifade ederek gazileri atış talimine teşvik ettiğini kaydeder.
"Atıcılık öğrenin, zira iki hedef arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir."demiş olan Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir gün atış yapmakta olan bir gruba rastlayınca aynı sözü tekrar ederek, ayakkkabılarını çıkarıp, atış sahası içerisinde yalınayak yürüdüğünü görüyoruz.
Ashab'tan bir grubun eğlenmeye gittiği söylenince memnuniyetsizlik izhar ederken "atışa" gittiklerinin tasrihi üzerine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in:
"Atış eğlence değildir, atış eğlendiğiniz şeylerin en hayırlısıdır."dediğine şâhit olmaktayız. Bir başka rivayette de:
"Melâike sizin hiçbir eğlencenizde bulunmaz, atış ve at koşusu hariç."demektedir. Atış sırasında atıcıların "vallahi isabet ettim, billahi isabet edeceğim" vs. gibi, birbirlerini tahrik edip şevke getirmek için yaptıkları yeminlerinden dolayı hânis (yemin bozan) olmayacakları belirtilmiş, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yanlarına gelmesiyle bu çeşit sözleri terkedenler, devam etmeleri için teşvik edilmiştir.
Rivayetler, iyi atış yapanlara Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fevkalade iltifatlarda bulunduğunu da göstermektedir. Uhud harbinde isabetli atışları sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), başka hiç kimse için kullanmadığı "annem babam sana feda olsun" tabirini Sa'd İbnu Ebî Vakkas'a kullanmıştır -ki, Serahsî bu keyfiyeti, atıcılığın diğer oyunlara efdaliyeti hususunda zikrettiği deliller meyanında kaydeder- bu cümleden olarak, iyi atıcılardan olduğu tasrih edilen Ebû Talha, atış yaptığı zaman, okunun düstüğü yere Hz. Peygamber (aleyhisssalâtu vesselam)'in "boyunu uzatarak" baktığı rivayet edilir. Mamafih Allah rızası için attıktan sonra, her atışın isabet etse de etmese de "Kıyamet günü atıcı için bir nûr" olacağı, bir köle âzad etmiş gibi ateşten koruyacağı belirtilmiştir.
Bazan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in atış yarışlarında hazır bulunup, hatta taraf bile tuttuğuna şâhit olmaktayız. Ancak mukabil tarafın: "Siz o tarafı tuttunuz!" diyerek atıştan vazgeçmesi üzerine Hz. Peygamber: "Atın! Ben ikinizle de beraberim." diyerek taraf tutmaktan vazgeçer.
Bütün bu teşviklerin tabii bir sonucu olarak ashab, atıcılığa önem vermiş, her fırsatta, hatta akşam namazından sonra hava kararıncaya kadar bile ok atışları yapmıştır. Hz. Enes (radıyallâhu anh)'in umumiyetle, kendisine atılan bir mindere oturduğu, bu sırada çocuğunun önünde ok atma talimleri yaptığı belirtilir. Bir seferinde atış yapan çocuklarına çıkagelen Enes (radıyallâhu anh) atışlarını isabetsiz bularak beğenmez, yayı ellerinden alıp birkaç atış yapar, hiçbiri de hedefinden şaşmaz. Ukbe İbnu Âmir ok atmanın faziletiyle ilgili hadisleri işitince: "Elim kesilmiş bile olsa ok atmayı bırakmayacağım." der.
Hz. Ömer (ra) de, gerek hutbelerinde Medîne halkına, gerek mektuplarında Şam, Azerbaycan gibi civar halklara; Ebû Ubeydeti'bnu'l-Cerrâh gibi komutanlarına yazarak yukarıda zikredilen hadisleri kaydedip atıcılık, binicilik, yüzme ve koşma gibi askerî tâlimlere (gayeli oyunlara) ehemmiyet verilmesi, bunların çocuklara öğretilmesi için sık sık talimatlar vermiştir.
Muhtelif rivayetler, çocukların belli hedefler koyarak ok atışları yaparak eğlendiklerini göstermektedir. Bazı durumlarda çocukların çeşitli nev'den canlı hayvanları bile atışlarına hedef yaptıklarına rastlıyoruz ki, bu davranışlar şiddetle yasaklanmıştır.
Binicilik:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) daha önce de zikrettiğimiz gibi, atıcılığı biniciliğe takdim etmekle beraber, bunun da ihmal edilmeyip behemahal öğrenilmesi ve çocuklara öğretilmesi, mümkün mertebe günlük eğlenceler arasına dahil edilmesi için ısrar etmiş at ve deve yarışlarına teşvik etmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zaman zaman koşu yarışları tertiplediği, bunları maddî ödüllerle mükâfatlandırdığı rivayetlerden anlaşılmaktadır. Bazı rivayetlere göre -bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de, bir seferinde, antrenmanlı, bir seferinde antrenmansız deveyle olmak üzere- iki defa yarışa katılmış, antrenmanlı deve ile altı mil mesafe tutan Hafya ile Seniyyetü'l-Vedâ arasında, antrenmansız deve ile bir mil mesafe tutan Seniyyetü'l-Vedâ ile Mescid-i Züreyk arasında koşmuştur. Fakat şu rivâyete bakarsak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in daha fazla binme yarışları yapmış olabileceği hükmüne varılabilir. Hz. Enes anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Adbâ adındaki devesini hiçbir deve geçemezdi. (Bir gün) bir bedevi devesiyle geldi. Hz. Peygamber onunla yarıştı. Müsâbakayı bedevî kazanmıştı ki bu durum Müslümanların ağrına gitti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onları teskin için şunu söyledi:Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in deve ile atı da yarıştırdığı rivayetlerde gelmiştir.
"Dünyada her yükselişe bir alçalış, (her kemale bir zeval), vermek Allah üzerine bir haktır."
Yüzücülük:
Çocukluğunda Medine'de öğrenmiş olduğu yüzücülüğü de takdir edip "atış ve yüzmeyi bilenlerden memnun kaldığı" belirtilen Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yüzmeyi öğrenmeleri için de ümmetine teşvikleri mevcuttur. Kitabet, atıcılık ve biniciliğe olan teşvikleri meyanında yüzmenin de zikredildiğini görmüştük. Burada, aynı rivâyetleri tekrar etmeyeceğiz. Ancak şunu da belirtelim ki, müteakip devirlerde Müslümanların yüzmeye yazıdan daha çok ehemmiyet verdikleri anlaşılmaktadır. Halîfe Abdülmelik, Şa'bî'ye (İbnu Kuteybe'nin rivâyetinde Haccac, oğlunun müeddibine):
"Çocuklarıma yüzmeyi öğret, zîra kendileri için yazacak birini her zaman bulabilirler, fakat tehlike ânında kendileri yerine yüzecek birini bulamazlar." der.Yürüme ve Koşu:
Bazı rivâyetlerde atıcılık ve binicilikle birlikte yürümenin de tavsiye edildiğine, ashâbın buna da ehemmiyet verdiğine şâhit olmaktayız. Ebû Zerr'den yapılan bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"İki hedef arasında koşan kimsenin her adımı için bir hasene mevcuttur."demektedir. Bir başka rivâyette:
"Ok yarışı yapın, (vücudça) sertleşin, yalınayak yürüyün." (Mecmeu’z-Zevâid, 5/136) buyurmaktadır.Hz. Ömer (ra)'in de:
"Çocuklarınıza yüzmeyi, binmeyi öğretin ve hedefler arasında yalınayarak yürümeyi emredin."dediği rivayet edilir. Mücâhid de Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'i hedef arasında çok hızlı koşarken gördüğünü, hedeflerden birine yaklaştıkça "işte geldim, işte geldim" dediğini rivâyet eder. Keza Huzeyfe'nin de Medâin'de izarsız olarak iki hedef arasında koştuğu rivâyet edilmektedir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Hz. Âişe ile iki sefer koşu yarışı yaptığı, birincide Hz. Âişe'nin kazandığı, ikinci seferde şişmanlık sebebiyle, Hz. Âişe'nin kaybettiği ve koşuyu kazanan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ona: "Bu, önceki koşuya bedeldir (ödeştik)" dediği rivayet edilmektedir. (bk. Ebu Davud, Cihad 68)Güreş:
Bu gruba güreşi de katmak mümkündür. Muhammed İbnu Ebî Ali'den gelen mürsel bir rivâyet, Hz. Hasan'la Hüseyin'in, dedelerinin huzurunda güreştiklerini kaydeder. Rivâyette belirtildiğine göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Hasan tarafını tutar, sebebi sorulunca: "Cebrâil Hüseyin'e yardım etmektedir, ben de Hasan'a yardım etmeyi seviyorum." cevabını verir.
İbnu Hişam'ın bir rivayetine göre bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de güreş yapmıştır. Mekke'nin ünlü pehlivanı Rükâne İbnu Abdi Yezid, Müslüman olmak için, kendine göstermesi gereken bir mucize olarak, güreşmeyi ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in güreşte kendisini yenebilmesini şart koşar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) teklifi kabul eder ve pazularından son derece emin olan Rukâne'yi fevkalade şaşırtan bir netice hasıl olur: Güreşi kaybeder. (bk. İbn Hişam, Siyer, 1/390)
Yukarıda sayılan gayeli oyunlara teşvik edici hadislerden, İslam alimleri, harpteki mücadeleye yardımcı olacak her çeşit temrin ve alıştırma yapmaya bunlarda hazâkat ve maharet kazanmaya, uzuvların çeşitli riyazetlerle geliştirilmesine teşvik olduğu hükmünü çıkarmışlar "Zîra bunda dîni aziz, düşmanı zelil kılma vardır." demişlerdir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) askerî mahiyetteki temrin ve oyunlara teşvikle kalmaz. Bunların yapıldığı vasıta ve bu işlerde kullanılan malzemelerin hazırlanmasına, ikmaline de aynı derecede ehemmiyet vermiştir, teşvik etmiştir. mesela en çok kıymet verilmiş olan "atıcılık"ın o zamanki vasıtası olan ok için şunu söyler:
"Allah tek bir okla üç kişiyi cennetine kor:Keza biniciliğin vasıtası olan "at" besleyenler de son derece takdir edilmiş, "cihad için beslenen atların yediği şeyler, ayağında hâsıl olan toz ve izler, hatta vücudundan çıkan ter, gübre ve bevl'e varıncaya kadar her bir şey için sahibine sevab hasıl olacağı ve kıyamet günü mizana gireceği" tebşir edilmiştir. (bk Buhari, Cihad 78)
1. İmâli sırasında hayır murad etmiş olan imalcisi,
2. Onu atan kimse,
3. Oku (atıcıya) ulaştıran (yani taşıyan), îmâl edenle atan arasında vasıta olan."
Burada ilave edeceğimiz son bir nokta, mezkur malzemelerin menşei meselesidir. Rivâyetler harp malzemelerinin yerli olması gerektiğini ve yerlisi varken yabancı menşeli malzemenin kullanılmaması icab ettiğini ifade etmektedir. İki ayrı tarikden bazı icmal ve tafsil farklarıyla gelen rivayete göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hayber'in fethi sırasında "İran Yayı" (Kavsen Farisiyyen) taşıyan bir asker görür ve:
"Onu at, zira bu yay ve bu yayı taşıyan, her ikisi de mel'undur. Siz Arap ok ve yaylarını kullanın. Zîra Allah, dininizi onunla aziz kıldı ve çeşitli memleketlerin kapısını onunla açıp fethettirdi." der.Askerî Terbiye Yaşı:
Aynı zamanda bir nevî askerî eğitim olan atıcılık, binicilik ve yüzmeyi öğrenip bunlarda maharet kazanma işine, mümkün mertebe erken yaşlarda başlandığını te'yid eden rivayetler mevcuttur. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in torunları Hasan ve Hüseyin'in, dedelerinin huzurunda ok atma müsâbakası yaptıklarını görüyoruz. Hz. Peygamber (alleyhissalâtu vesselâm)'in vefatında Hasan'ın 7; Hüseyin'in de 6 yaşlarında oldukları nazara alınırsa, ok atmaya çok erken yaşlarda başlatıldıkları anlaşılır.
Deve ve ata binme yaşı ile de ilgili olarak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in katıldığını zikrettiğimiz yarışlarla ilgili rivâyeti verebiliriz. Zîra bu rivayetlerde, yarışmadaki müsâbıklardan birinin Abdullah İbnu Ömer olduğu belirtilir. Hadisenin yılı tasrih edilmemiş olmakla beraber Abdullah'ın Hendek savaşı sırasında on beş yaşına basarak harbe katılabildiğini biliyoruz. Mezkur yarışın Hendek harbinden önce cereyan etmiş olabileceği ihtimali nazara alınınca, askere katılma yaşlarına (yani 14-15 yaşlarına) gelmiş bulunan bir kimse, yarışa katılabilecek seviyede binicilikte hazâkat kazanmış olmaktadır. Esasen bu yaşta askere alınması demek, bu yaşa kadar askerliğin icap ettirdiği ok atma, kılıç kullanma, ata, deveye binme gibi maharetleri öğrenmiş olması demektir.
Son olarak, mezkur yaş meselesinde fiilî tatbikat hususunda bir fikir vermek üzere Kâbusnâme Müellifinin bir kaydına nazar atabiliriz. Müellif çocuk için:
"Kur'an'dan sonra (...) buğur bir silahşor üstâda ver, ta ki silahşorluk öğrene ve bile ki her bir silaha nice iş buyurmak gerek, yani oku nice atmak gerek, süngüyü nice dürtmek gerek ve kılıç nice urmak gerek ve ata nice binmek gerek bile. Çünkü tamam bu hünerleri öğrene ve fariğ ola gerektir ki oğlana suda yüzmek dahi öğredesin..."dedikten sonra hatıralarını anlatma zımnında, kendisinin Ebû Mansur Hâcib isminde bir silahşora on yaşında iken verilerek askerî eğitim aldığını, "ata binmek, süngü oynatmak, zıpkın atmak ve çevgen ile top vurmak ve kement atmak..." vs. öğrendiğini kaydeder.
(Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)
Sorularla İslamiyet
13 Ocak 2014 Pazartesi
Sünnet Nedir?
Sünnetin sözlük anlamı, “yol, gidiş, tabiat, prensip, kanun” demektir. Terim anlamı ise, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) söz ve fiillerinin ve takrirlerinin tümü mânâsına gelir. Takrir, bir konuda sükût etmekle, o işi reddetmemek demektir. Hadis-i Şerifler, âyetleri açıklarlar. Âyetlerde kısa ve öz olarak beyan edilen İlâhî maksatları izah ederler. Kuranda yer almayan bir konuda ise hüküm ortaya koyarlar.
“Namaz kılın!” emri öz hâlindedir; ayrıntısı ise hadislere bırakılmıştır. Namazların rekat sayıları, kılınma biçimleri âyette ayrıntıları ile verilmiş değildir. O halde, sünnet olmasaydı, “Namaz kılın!” emri nasıl yerine getirilecekti?“Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın.”(Hadis-i Şerif).
Aynı şekilde, “Zekât verin!” emrinin de tafsilatı ve teferruatı hadis-i şeriflerle sabit olmuştur.
Nur Müellifi Bediüzzaman, hadis-i şerifler için “Kur'an'ın birinci tefsiri” ifadesini kullanır. Allah Resulünün (a.s.m.), Kur'an âyetleri hakkında yaptığı açıklamalar “ilk tefsir” olduğu gibi, sorulan fıkhî sorulara verdiği cevaplar da ilk fetvalardır. Keza, yaptığı içtihatlar da ilk içtihatlardır. Allah Resulü (a.s.m.) ümmetine her hususta rehber olduğu gibi bu noktada da öncülük etmiştir.
“İşittikleri haberi, Peygambere veya yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından hüküm çıkarmaya gücü yetenler, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisa Sûresi, 4/83)
Her maksada farklı yoldan gidilir. Zengin olmanın yoluyla, alim olmanın yolu birbirinden ayrıdır. Birincisinde, ekonominin kendine has kurallarına harfiyen uyulacak ve bu sahada muvaffak olmuş kimseler taklit edilecektir. İkincisinde ise, ilim sahasında söz sahibi zatlara talebe olunacaktır.
İlâhî hakikatlere ermek de, ancak, bu sahanın yetkili ve vazifelisi olan zatların izinden gitmekle mümkün olabilir.
“Hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.”(Lem'alar, On yedinci Lem'a)
Sünnete tâbi olmayı Allah sevgisinin şartı olarak takdim eden bir âyet-i kerime:
“De ki, Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Al-i İmran Sûresi, 3/31)
Resulûllah Efendimiz (a.s.m.), Allah'ın sevdiği ve razı olduğu örnek insandır. Ona uymayan kimsenin Allah sevgisi, sözde kalmaya mahkûmdur. Hakikat bu iken, sadece âyetle amel etme vehmine kapılarak sünnetten yüz çevirmek, Allah'ın sevdiği zata benzemeyi terk etmek demektir.
Bir insan, Kur'an-ı Kerim'i hadislerin ışığında değil de kendi fikriyle yorumlamaya kalkışırsa, ortaya çıkacak yol Allah Resulünün (a.s.m.) değil, o adamın şahsî yolu olacaktır. Bu yolun ise nereye çıkacağı bellidir.
Kur'an'ı anlamaktan maksat onu yaşamak ve yaşatmaktır. Bu noktada, en büyük rehber Allah'ın Resulüdür (a.s.m.). Bu gerçeği bizzat Kur'an âyetlerinden okuyalım:
“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, Ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun, çünkü Allah'ın azabı çetindir.” (Haşir Sûresi , 59/7)
“O, kendiliğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir.” (Necm Sûresi, 53/3-4)
“Kim Resule itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur.” (Nisa Sûresi, 4/80 )
İttiba-ı sünnet denilince, Allah Resulünün (a.s.m.) izinden gitmeyi ve böylece her konuda istikamet üzere olmayı anlıyoruz.
Şimdi, kendi nefsimize şu soruyu soralım: Bir mümin, asr-ı saadete kavuşsaydı ne yapacaktı? Elbette ki, Allah Resulünü (asm.) her hususta adım adım takip edecekti. Öyle değil mi?
İşte bugün, Onun (asm.) sünnetlerine harfiyen uymak da aynı mânâyı taşır.
Nur Külliyatı'nda, sünnetler üç ana guruba ayrılır:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, efali, ahvalidir.”(Lem'alar, On Birinci Lem'a)
Demek oluyor ki, Resulullah Efendimizin (a.s.m.) o mukaddes sünnetleri, “mübarek lisanından dökülen nurlu cümleler” “icra ettiği işler” ve “hâliyle insanlık âlemine sergilediği örnek ahlâk”tan oluşuyor.
Bir Müslüman, O Nebiler Nebisini (a.s.m.) taklit etmeğe, farzlardan başlar. Allah'ın emirleri farz olmakla birlikte, Allah Resulünün (a.s.m.) onları işlemesi cihetiyle, aynı zamanda sünnettirler. Yani, Allah'ın emirlerine harfiyen uyan ve yasaklarından hassasiyetle kaçınan bir mümin, sünnetin farz kısmını yerine getirmiş olur.
Farzları yerine getiren bir mümin, manevî terakkisini nafile ibadetlerle sürdürür. Nafile denilince, farz ve vacip dışında kalan ibadetler anlaşılır.
Namazların sünnetleri nafile ibadet gurubuna girdiği gibi, kuşluk namazı, tahiyye-i mescit namazı, gece namazı gibi nice nafile ibadetler de vardır.
“Âdât-ı hasene” ise, Allah Resulünün (a.s.m.) yeme, içme, oturma gibi beşerî fiilleridir. Bunların her biri, insanlar için güzel birer örnektir. Bir mümin, adet olarak her gün icra ettiği bu gibi işleri, Allah Resülünün (a.s.m.) yaptığı şekilde yapmaya çalışırsa, ayrı bir feyiz kaynağı daha bulmuş ve dünya işlerinde bile huzuru yakalama imkânına kavuşmuş olur.
“Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine adet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevapdar yapabilir.”(Lem'alar, On Birinci Lem'a)
Ahval grubuna giren sünnetlere gelince, bunlar “takvadan, muhabbetten, güzel ahlâkın bütün şubelerinden, insanî seciyelerin en üstünlerinden ve beşerî karakterlerin en sağlamlarından” örülmüş ve dokunmuş muhteşem bir tablo teşkil ederler.
Kalbin Allah sevgisi ve Allah korkusuyla dolu olması da hâl grubuna giren sünnetlerdendir.
“İçinizde Allahı en çok seven benim. Ve Ondan en fazla da ben korkarım.” (Hadis- Şerif)
sorularla islamiyet
Sünnet-i Seniyye
Peygamberimizin yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet
diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz. Fıkıh
kitapların da geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var,
yapmazsak günahı yok” manasına geliyor.
Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi. Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimizin yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmakta bir sünnettir. Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.
Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimizdir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak , Oruç tutmak, Zina etmemek, haram yememek gibi.
Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını 3 rekat olarak kılmak vaciptir.
Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’andan bazı süreleri okumak farz, ama subhaneke duasını okumak nafiledir.
Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken (vb.) günlük işlerimizi yaparken Peygamberimiz’e uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz.
Demek ki Sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayıra biliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vesaire.
İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir. Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir. Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.
Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var. Haramların durumunu sorarsan o da vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi. Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimizin yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmakta bir sünnettir. Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.
Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimizdir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak , Oruç tutmak, Zina etmemek, haram yememek gibi.
Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını 3 rekat olarak kılmak vaciptir.
Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’andan bazı süreleri okumak farz, ama subhaneke duasını okumak nafiledir.
Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken (vb.) günlük işlerimizi yaparken Peygamberimiz’e uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz.
Demek ki Sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayıra biliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vesaire.
İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir. Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir. Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.
Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var. Haramların durumunu sorarsan o da vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Sünnet-i Seniyye kaç kısımdır?
Sünnet-i Seniyye kaç kısımdır?
Sünnet-i Seniyye’nin kaç mertebesi vardır? Sünnet-i Seniyye’nin kısımları nelerdir?
Üç çeşit sünnet vardır:
Kavlî Sünnet
Hz. Peygamber’in (asm) söylemiş olduğu sözlerinin tümüne “kavli sünnet” denir. Genel olarak “hadis” ifadesiyle kastedilen kavli sünnettir.
Fiilî Sünnet
Hz. Peygamberimizin (asm) dini ve dünyevi hayatındaki pratik uygulamalarıdır.
Hz. Peygamber’in (asm) fiili sünnetinin kısımları ise şöyledir:
1. Cibilli fiil (İnsan olarak kendisinden sadır olan fiiller),
2. Adi fiiller (Bir gelenek olarak yaptıkları)
3. Dünyevi işlerle ilgili fiiller,
4. Harikulade fiiller ( Mucizeler gibi),
5. Hasais türünden olan fiiller (Sadece Hz. Peygamber’e (asm) ait olan fiiller),
6. Kuran’daki hükümleri beyan sadedinde olan fiiller,
7. İmtisali fiiller,
8.Fiil-i müteaddi (Hz. Peygamber’in (asm) başkalarını ilgilendiren konularda yapmış olduğu tasarruflarına denir. Muameleler, cezalar gibi)
9. Vahiy bekleme anında yaptığı fiilleri,
10. Fiil-i mücerred (Bize nispetle, hükmü açıklayan bir karine bulunmayan ve önceki sayılan tasarruflardan hiç birine girmeyen fiiller)”
Takriri Sünnet
Resulullah’ın (asm) sahabeden bazılarından sadır olan bir fiili, gördüğü zaman sükut etmesi yahut o fiilin iyi-güzel olduğunu izhar buyurmasına takriri sünnet denir.
Takriri sünnet birkaç şekilde tezahür edebilir:
1. Hz. Peygamber’in (asm) bir fiile karşı susması, karşı çıkmaması şeklinde olur.
2. Bazen yapılan fiil karşısında tebessüm ve sevinç göstermesi şeklinde olur. (El-Muvafakat, Efalü’r-Resul)
ŞERİFE ŞEVVAL KARDELEN
Sünnet-i Seniyye’nin kaç mertebesi vardır? Sünnet-i Seniyye’nin kısımları nelerdir?
Üç çeşit sünnet vardır:
Kavlî Sünnet
Hz. Peygamber’in (asm) söylemiş olduğu sözlerinin tümüne “kavli sünnet” denir. Genel olarak “hadis” ifadesiyle kastedilen kavli sünnettir.
Fiilî Sünnet
Hz. Peygamberimizin (asm) dini ve dünyevi hayatındaki pratik uygulamalarıdır.
Hz. Peygamber’in (asm) fiili sünnetinin kısımları ise şöyledir:
1. Cibilli fiil (İnsan olarak kendisinden sadır olan fiiller),
2. Adi fiiller (Bir gelenek olarak yaptıkları)
3. Dünyevi işlerle ilgili fiiller,
4. Harikulade fiiller ( Mucizeler gibi),
5. Hasais türünden olan fiiller (Sadece Hz. Peygamber’e (asm) ait olan fiiller),
6. Kuran’daki hükümleri beyan sadedinde olan fiiller,
7. İmtisali fiiller,
8.Fiil-i müteaddi (Hz. Peygamber’in (asm) başkalarını ilgilendiren konularda yapmış olduğu tasarruflarına denir. Muameleler, cezalar gibi)
9. Vahiy bekleme anında yaptığı fiilleri,
10. Fiil-i mücerred (Bize nispetle, hükmü açıklayan bir karine bulunmayan ve önceki sayılan tasarruflardan hiç birine girmeyen fiiller)”
Takriri Sünnet
Resulullah’ın (asm) sahabeden bazılarından sadır olan bir fiili, gördüğü zaman sükut etmesi yahut o fiilin iyi-güzel olduğunu izhar buyurmasına takriri sünnet denir.
Takriri sünnet birkaç şekilde tezahür edebilir:
1. Hz. Peygamber’in (asm) bir fiile karşı susması, karşı çıkmaması şeklinde olur.
2. Bazen yapılan fiil karşısında tebessüm ve sevinç göstermesi şeklinde olur. (El-Muvafakat, Efalü’r-Resul)
ŞERİFE ŞEVVAL KARDELEN
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Yirmi dört saati,yani bir günü
Yirmi dört saati,yani bir günü
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in torunları, babaları Hazreti Ali
(r.a)'den naklederek anlatıyorlar:
"...Hz. Peygamber (s.a.s.) günlük zamanını üçe taksim ediyordu.
Bir kısmını namaz kılmak ve Kur'an okumak gibi Allah Teala'ya ibadete
ayırıyordu. Ikinci kısmını aile fertleriyle alakadar olmaya ayırıyordu; günlük
ev işlerini yapıyor, ev ihtiyaçlarından kendisine düşenleri yerine getiriyordu.
Üçüncü kısımda ise, istirahat buyuruyordu. Ancak istirahat zamanını da ikiye
böler ve bunun bir kısmında ashabın ileri gelenlerini huzuruna kabul ederek
onlara gerekli bilgileri öğretir, onlar da huzurundan çıkınca öğrendiklerini
ashabın bütününe öğretirlerdi."
"Rasülullah (s.a.s.) kendisine yakın olmakta ashabında mal, mülk,
para, soy sop gibi şeyler aramaz, daha ziyade takvaya önem verirdi, ibadet ve
taata düşkün, güvenilir kimselere fazlaca iltifat ederdi."
İhtiyaç sahiplerinden kimileri bir, kimileri ise iki ve daha
fazla olan ihtiyaçlarını arz ederlerdi de Peygamberimiz (s.a.s.) sonuna kadar
onları bıkmadan dinler, onlarla ilgilenir ve ihtiyaçlarının giderilmesiyle
meşgul olurdu.
Kendisine dünya veya ahiretle ilgili bir soru sorulunca, soruyu
soranın seviyesine uygun davranarak onun hayrına olacak cevaplar verirdi. Soru
sorana verdiği cevapla onu hayra yöneltirdi. Huzurunda bilgi öğrenenlere,
"Benden öğrendiklerinizi burada olmayanlara öğretiniz. Erkek,
kadın, köle, cariye kim olursa olsun çeşitli sebeplerden dolayı bana gelip
ihtiyaçlarını arz edemeyen kimselerin de ihtiyaçlarını isteklerini bana
iletiniz. Muhakkak ki, ihtiyacını devlet başkanına arz etmeye gücü yetmeyenlere
yardımcı olan kimsenin, ayaklarını Cenab-ı Hak kıyamet gününde sırat üzerinde
kaydırmaz " diye tenbih ederdi.
Huzurunda abes, yani faydasız söz söylenmesine müsaade etmezdi.
Hz. Peygamber (s.a.s.) dışarıda da tevazuyu elden bırakmazdı. Çarşıda, pazarda,
sokakta veya herhangi yerde olursa olsun herkese güler yüzle davranır, hal hatır
sorar, tatlı dille hitap ederek, gönüllerini alırdı... Meclisinde, camide,
cemaatte, cum'ada göremediği ashabının ahvalini derhal soruşturur, başına bir
şey gelip gelmediğini öğrenmeye çalışır, görüşebildiklerine ise dini
metanetlerini daima takviye ederek, iyilik ve güzelliklere koşturup,
çirkinliklerden uzaklaştıracak şeyler söylerdi.
Peygamberimiz (s.a.s.); oturmakta olan bir topluluğun arasına
geldi mi baş köşeye geçmek için hiç kimseye sıkıntı vermez, hemen topluluğun en
son kısmına ve boş bulduğu bir yere oturuverirdi. Başkalarının da böyle
yapmalarını isterdi. Toplantıda bulunanları, durumlarına göre iyilikle anar ve
iltifatta bulunurdu, öyle ki herkes onun yanında en çok sevilenin kendisi
olduğunu sanırdı. Huzurunda çok oturan bir kişinin de haddi aşan bu tutumu
karşısında telaş göstermeyip sabreder ve sükunet içinde onun ihtiyacını
karşılamaya çalışırdı. Kendisinden istenilen bir şeyi, varsa verir, yoksa tatlı
sözlerle o kişinin gönlünü alıp vaat ederdi.
Rasulullah (s.a.s.)'in şefkati, merhameti, cömertliği, tevazuu
herkesin malumu olmuştu. Ahaliden herkes, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendisi ile
alakadar olacağından emindi. Bir hakkın tevziinde hiçbir ferdi ötekine tercih
etmezdi.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in meclisi; ilim, haya, sabır ve emanet
meclisi idi. Orada edeple oturulurdu. Herkes birbirine saygı beslerdi. Yüksek
sesle ve edebe aykırı olarak konuşulmazdı. Orada konuşulup orada kalması gereken
bazı şeyler de dışarıya taşırılmaz ve dedikoduculuk yapılmazdı. Orada hiç
kimsenin aleyhine konuşulmaz, hiç kimse töhmet altında tutulmazdı.
Huzurunda -insanlık hali- ashabdan bazı kusurlar meydana gelse, o
kusurlar orada kalırdı, yayılmazdı. O'nun meclisindeki kimseler tek dil ve tek
ağız kişilerdi. Yani gönüllerindeki davada birleşmiş, konuştukları şeylerde
kaynaşmış ve birliğin ahengine erişmiş kişilerdi. O'nun topluluğunda tevazu
hakimdi. Bunun sonucu olarak yaşlılara hürmet beslenir, küçüklere şefkat
gösterilirdi. Hep beraber ihtiyaç sahibinin ihtiyacı ilk önce giderilmeye
çalışılırdı. Yani ihtiyaç sahipleri kendileriyle ilgilenilmek konusunda ihtiyaç
sahibi olmayanlara tercih olunurdu
Sevmek Benzemeyi Gerektirir
Hz. Rasulullah (sav)’i sevmek, herkese farzdır. Zaten, Cenab-ı
Hakk'ı sevmek de buna bağlıdır. Allah Teâla’nın sevgili Peygamberini sevmedikçe,
ona uymadıkça, Allah Teâla’yı sevmek saadeti ele geçmez.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olunuz ki Allah da
sizi sevsin.” (Al-i İmran; 3/31)
Allah Teâla, Habib’ine böyle demesini emir buyurmaktadır.
Saadete kavuşmak isteyen kimse, bütün adetlerini, ibadetlerini ve
alışverişlerini, kısaca tüm yaşamını O’na benzetmeye çalışmalıdır.
Bir kimsenin sevdiğine benzemeye çalışanlar, benzemeye çalıştığı
kimseyi sevene, sevimli ve güzel görünürler. Bunun gibi, Hz. Peygamberi (sav)
sevenleri de Allah-u Zülcelal sever. Bundan dolayı, görünen ve görünmeyen bütün
iyilikler, bütün üstünlükler, ancak Hz. Peygamber (sav)’i sevmekle ele
geçer.
Allah Teâla, sevgili Peygamberini, insanların en güzeli, en
iyisi, en sevimlisi olarak yarattı. Her iyiliği, her güzelliği, her üstünlüğü
O’nda topladı.
Ashab-ı Kiramın hepsi, O’na aşık idiler. Hepsinin kalbi, O’nun
sevgisi ile yanıyordu. O’nun ay yüzünü, nur saçan cemalini görmeleri,
lezzetlerin en tatlısı idi. O’nun sevgisi uğruna canlarını, mallarını feda
ettiler. Evet, Allah’ı seviyorum diyenlerin, Ashab-ı Kiram gibi olmaları
lazım…
Hz. Peygamber (sav)’e tam ve kusursuz tabi olabilmek için, O’nu
tam ve kusursuz sevmek lazımdır. Tam ve olgun sevginin alameti de O’na tam
olarak mutabaat etmektir. Yani, her söz ve davranışını O’na benzetmek, kısaca
O’na uymaktır.
Kur’an-ı Kerim ve hadis kitaplarında, Hz. Peygamber (sav)’e
mutabaat etmenin, dinin vazgeçilmez bir esası olduğunu kesin olarak ifade eden
ayet ve hadisler pek çoktur.
Oysa Efendimizin şerefli yaşamı hakkında bilgisi olmayan
birisinin O’na mutabaat etmesi düşünülemez. Çünkü bilmeden uyulamaz.
Peygamber Efendimiz (sav)’in Gündelik Hayatı
Hz. Hüseyin (ra), babası Hz. Ali’ye (kv), Hz. Peygamber (sav)’in
bazı hallerini sormuş, Hz. Ali de şu şekilde anlatmıştır:
“Evine izin isteyerek girerdi. Evindeki zamanını üç kısma
bölerdi. Bir kısmını Allah ‘a (ibadet), bir kısmını ailesine ve kendisine. Sonra
da insanlara ayırırdı.”
Hz. Peygamber (sav)’in günlük olarak her zaman yaptığı gibi,
sabah namazının farzından önce mutlaka iki rekat sünnet kılardı. Nitekim bir
hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Sabah namazının iki rekat sünneti dünya ve içindekilerden
hayırlıdır.” (Müslim, Tirmizi)
Hz. Peygamber (sav) bütün namazlarını huşu ve huzur içerisinde
korku ve ümit arasında kılardı. Nitekim, Mutarrıf (ra), babasından şöyle
nakletmiştir:
“Hz. Peygamber (sav)’i namaz kılarken gördüm, göğsünden değirmen
sesi gibi inilti çıkıyordu.” Başka bir rivayette ise; “Göğsünden kaynayan
tencerenin sesi gibi ses çıkıyordu.” (Ebu Davud, Nesai)
Hz. Peygamber (sav) ümmetine de, bu şekilde namaz kılmalarını
emretmiştir. Nitekim Ammar bin Yasir’den (ra) rivayetle diğer bir hadis-i
şerifte şöyle buyurmuştur:
“Bir kişi namazını kılınca, kendisine namazdaki dikkatine göre;
namazın onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri altıda biri, beşte
biri, dörtte biri, üçte biri ve yarısı kadar sevap yazılır.” (Ebu Davud, Nesai,
İbn Hıbban)
Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmuştur:
“Farz namazlar teraziye benzer. Eksiksiz yapan çok kazanır.”
(Taberani, İbn Hıbban)
Bu sebeple Hz. Peygamber (sav) namazlara çok büyük bir önem
verirdi. Hz. Peygamber (sav) sabah namazının farzını, cemaate kıldırdıktan
sonra, namazını kıldığı seccadenin üzerine, güneş iyice doğuncaya kadar
otururdu. (Müslim)
Güneş Doğuncaya Kadar Zikir
Nitekim Enes bin Malik’den (ra) rivayet edilen bir hadis-i
şerifte Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kim sabah namazını cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar
oturarak Allah’ı zikreder, sonra iki rekat namaz (işrak namazı) kılarsa, ona
makbul tam bir hac ve bir umre sevabı verilir.”
Enes (ra) der ki: “Tam bir hac ve umre sevabı.” buyurdu. Bu sözü
üç defa tekrar etti. (Tîrmizi)
Hz. Peygamber (sav) daha sonra uzaktan yakından kendisini görmeye
gelenleri kabul etmeye başlardı. Gelenler halka şeklinde etrafında
toplanırlardı. O, çevresindekilere vaaz eder, öğütler verir, sorularını
cevaplandırır, hattâ gördükleri rüyaları tabir ederdi. Bazen sahabelere kendi
rüyalarını anlatırdı.
Tavır ve Konuşması
Hz. Peygamber (sav)’in konuşması son derece tatlı ve gönül
okşayıcı idi. Tane tane konuşur, her cümlesi, dinleyenler tarafından iyice
anlaşılması için ayrı ayrı olurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm halinde
bulunurdu. O, insanların en halîmi, en yumuşak huylusuydu.
Hz. Peygamber (sav) şahsına yapılan, nefsine karşı işlenen
hataları, yumuşaklıkla karşılardı; Allah’a ve imana yapılan, bir hücum olunca
asla susmaz, gereken cevabı verirdi.
Hz. Peygamber (sav) insanların kusurlarını görmez, bazen
görmezden gelir, çok zaman gözünü çevirir, kusurunu görse de yüzüne vurmaz, o
kişiyle arasındaki saygı ve sevgi perdesini yırtmazdı.
Hz. Peygamber (sav)’in tevazusu, bilhassa insanlarla olan
münasebetlerinde daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Meclisinde kim olursa
olsun, konuşan kimseyi, sabırla dinler, haktan uzaklaşmadığı müddetçe sözünü
kesmezdi.
Bir gün adamın biri, Hz. Peygamber (sav)’i görmeye geldi. Fakat
Peygamberliğin haşmetinden o kadar etkilendi ki, titremeye başladı. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (sav):
“Korkma! Ben hükümdar değilim. Kuru et pişirerek karnını doyuran,
Kureyşli bir kadının oğluyum.” buyurdu. (Hakim)
Hz. Peygamber (sav) kendi yakınlarına ve sahabelerine devamlı
hoşgörülü olduğu gibi, düşmanlarını da, özellikle onlar güçsüz bulundukları ve
teslim oldukları zaman bağışlamış, suçlarını affetmiş, sonunda da pek çoğunun
iman etmesine vesile olmuştur.
Peygamberimizden bir şey istenildi mi, asla “Yok!” demezdi. O,
insanların en cömerdi idi…
Nitekim İbn-i Abbas şöyle demiştir:
“Hz. Peygamber (sav) insanların, en cömerdi idi. Özellikle
Ramazan aylarında daha fazla cömert olurdu.” (Buhari)
Duha Namazı
İnsanlarla sohbet etmesi, onların dertlerini dinlemesi
genellikle, kuşluk vaktinin girmesine kadar sürerdi.
Kuşluk vakti gelince Hz. Peygamber (sav) bazen dört, bazen da
sekiz rekat olmak üzere Duha namazı kılardı. Bu namazın fazileti hakkında şöyle
buyurmuştur:
“Cennette, ‘duha kapısı’ denilen bir kapı vardır. Kıyamet günü
bir münadi şöyle seslenir: ‘Ey Duha namazı kılanlar nerdesiniz? İşte gireceğiniz
kapı burasıdır, Allah Teâla’nın rahmetiyle buradan içeri giriniz.'”
(Taberani)
Hz. Peygamber (sav) duha namazını kıldıktan sonra evine gelir, ev
işleriyle meşgul olur, elbise ve ayakkabıları tamir eder, hayvanlarını sağardı.
(Ahmed bin Hanbel)
Öğlen Namazı
Hz. Peygamber (sav) daha sonra öğle namazı için hazırlık yapardı.
Öğle vakti girince camiye gider, öğle namazının farzından önce ve sonra kılınan
müekked sünnetleri kılmayı ihmal etmezdi.
Efendimiz öğleden sonra istirahat ederlerdi…
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vessellem) öğle namazını
kıldıktan sonra, bir miktar uyur, ‘kaylule’ yapardı. Nitekim bir hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Öğleyin kaylule yapınız. Muhakkak şeytanlar öğle vaktinde
kaylule yapmazlar.” (Müslim)
Kaylûle, öğle namazından sonra yapılan kısa istirahat ve uykuya
verilen isimdir. Kaylûle yapan insan, bir sünneti ihya ettiği gibi aynı zamanda
dinç olur, gece namazlarını, teheccüdü kılacak gücü kendine bulur. Fırsatı olan
bu sünneti yerine getirirse iyi olur.
İkindi Namazı
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve selem) kaylûle yaptıktan
sonra ikindi namazına hazırlanırdı. İkindi vakti girince, farzından önceki
sünnet namazı bazı zaman kılar, bazen de terk ederdi. Hz. Peygamber (sav) bu
sünnet hakkında hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Kim ikindinin farzından önce dört rek’at sünnet kılarsa, Allah
Teala onun vücudunu cehenneme haram eder.” (Taberani)
Hz. Peygamber (sav) ikindi namazını eda ettikten sonra, bir
müddet oturduğu yerde kalır zikirle meşgul olurdu. Nitekim Enes bin Malik’den
(ra) rivayetle Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“İkindi namazından güneş batıncaya kadar, Allah’ı zikreden bir
cemaatle oturmayı, İsmailoğullarından her birinin bedeli on iki bin dirhem olan,
dört köle azat etmeye tercih ederim.” (Ebu Davud, Ebu Ya’la, İbn-i
Ebi’d-Dünya)
Eşlerine Güzel Davranırdı
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) akşam namazına yakın
saadet hanesine döner, eşlerinin her birinin yanına gider, azar azar oralarda
kalır, hatırlarını sorardı. Hz. Peygamber (sav) hanımlarına güzel ahlakla
davranmış, ümmetine de güzel ahlakla davranmalarını emretmiştir.
Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“İmanı en mükemmel olan mü’min, huyu en güzel olandır. Sizin de
en hayırlınız, ailesine daha iyi davrananızdır. ” (Ebu Davud, Tirmizi)
Akşam Namazı
Bundan sonra akşam namazının hazırlığını yapardı. Akşam ezanı
okununca akşam namazını kıldırır, daha sonra olan iki rekat nafile namaz
(sünnet) kılardı.
Hz. Peygamber (sav) akşam namazından sonra zikir ve nafile
ibadetle (evvabin namazı) meşgul olur, böylece yatsı namazının vaktinin
girmesini beklerdi.
Yatsı Namazı
Yatsı namazının vakti girince, yatsı namazının farzından önce,
bazen nafile namaz (sünnet) kılar, bazen de kılmazdı. Yatsı namazının farzından
sonra ise iki rekat (müekket sünnet olan) nafile namazı kılmayı ihmal etmezdi.
Bundan sonra yatar, gece kalkıp vitir namazını kılardı.
Nitekim Cabir’den rivayetle bir hadis-i şerifte şöyle
buyurmuştur:
“Gece geç vakitlerde kalkmamaktan endişe eden kimse, vitir
namazını yatmadan önce kılsın. Kim, gece geç vakitlerde kılmak isterse
kılabilir. Zira gece kılınan namazda rahmet melekleri hazır bulunurlar, şahit
olurlar ve daha faziletlidir.” (Müslîm.Tirmizi)
Hz. Peygamber (sav) yatsı namazını kıldıktan sonra saadet
hanesine döner, eşlerinden kimin sırası gelmişse geceyi orada geçirirdi. Yatsı
namazından sonra konuşmayı sevmezdi. (Buhari)
Uyuması
Hz. Peygamber (sav) devamlı abdestli olduğu gibi, uykuya
çekilirken de abdestsiz yatmazdı. Nitekim İbn-i Ömer’den rivayetle şöyle
buyurmuştur:
“Bir kimse abdestli olarak yatarsa, geceyi bir rahmet meleği ile
geçirir. O kişi uyanır uyanmaz melek; ‘Allah ‘ım! Falan kulunu bağışla, çünkü o
geceyi abdestli geçirdi.' diye dua eder.” (İbn Hibban)
Bera bin Azib ‘den (ra) rivayetle Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur:
“Yatağına girdiğin zaman, namaz için olduğu gibi abdest al, sonra
sağ tarafına uzan ve şöyle de: ‘Allah’ım, kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana
döndürdüm. İşimi sana teslim ettim. Sırtımı sana dayadım, seni saydığım için.
Senden başka sığınacak yer yoktur. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin
peygamberlerine iman ettim.’ Bunu der de o gece ölürsen, Müslüman olarak
ölürsün. Son sözün bunlar olsun.” (Buharı, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
Hz. Âişe (r.anha) validemiz şöyle anlatmıştır:
“Hz. Peygamber (sav) yatağına girdiği zaman, ‘muavvizeteyn’i
(Felak ve Nas Sureleri) ve Kul hüvallahu ahad’ı (İhlas Suresi) okur ellerine
üfleyip, ellerini yüzüne ve vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi.
Hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi. ” (Buharı, Müslim,
İmam Malik, Tirmizi)
Yatma Şekli
Hz. Peygamber (sav)’in uyku alışkanlığı şöyleydi:
Yatsı namazının ilk vakti girer girmez namazı kılar, sonra bu
duaları okur ve istirahata çekilerek, daima sağ tarafına yatar ve sağ elini
yanağının altına koyarak uyurdu.
Gece yarısı veya üçte biri geçtikten sonra uyanır, misvağı daima
başucunda durur, kalkınca önce dişini misvaklar, sonra abdest alır ve ibadetle
meşgul olurdu. (Tirmizi)
Gece İbadeti
Hz. Aişe (r.anha) validemiz şöyle anlatmıştır:
“Resulullah (sav) geceleri ayakları yarılıncaya kadar ayakta
durur, ibadet ederdi. Ona: “Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlandığı
halde bunu niçin yapıyorsun?” dedim.” Bana:
“Ben de şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Buharı,
Müslim)
Teheccüd namazı, Hz. Peygamber (sav)’e vacip olduğu için hiç terk
etmemiştir. Bu ibadet ve zikirleri yaparken ümmetine de yapmalarını tavsiye
etmiştir.
Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri uyurken, şeytan kafasına üç düğüm atar. Her düğümün
üzerine; ‘Uzun bir geceye sahipsin uyu!’ diyerek elini vurur. O kişi uyanıp da
Allah-u Zülcelal’i zikrederse bir düğüm, abdest alırsa bir düğüm, namaz da
kılarsa bütün düğümler çözülür. Artık o kimse neşeli ve hareketli olur. Aksi
halde neşesiz ve tembel olur.” (İmam Malik, Buharı, Müslim, Ebu Davud,
Nesai)
Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmuştur;
“Gece bir saat vardır ki, bu saatte Allah’dan dünya ve ahiret
işiyle ilgili bir hayır isteyen Müslüman kul ona rastlarsa, mutlaka istediği
kendisine verilir. Bu, her gece olur.” (Müslim)
Hz. Peygamber (sav) teheccüd namazını kıldıktan sonra sabah
namazı için hazırlık yapardı, sabah namazının sünnetini odasında kılar ve
cemâatle farzı edâ etmek üzere mescide giderdi.
Evet, Hz. Peygamber (sav) yirmi dört saatini genelde işte bu
şekilde değerlendirirlerdi.
Tövbeye önem verirdi
Gün içerisinde, günde yüz sefer tövbe eder ve ümmetine de tövbe
etmesini emrederdi. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Allah’a karşı tövbe ediniz. Ben günde yüz sefer
tövbe ederim.” (Müslim)
Hz. Peygamber (sav) beş vakit farz namazın ardından yapılan
tesbihatlara da çok önem verirdi. Ayrıca günlük okumuş olduğu dualar vardır.
Yemekten sonra, eve girerken ve çıkarken, tuvalete girerken ve çıkarken
gibi…
Hz. Peygamber (sav) günlük okumuş olduğu duaları okumak da ona
uymaktır, sünnetini yaşamaktır, O’nun yolunu izlemektir.
Kim Hz. Peygamber (sav)’e uyarsa, Allah-u Zülcelal o kulunu sever
ve dostluğunu ona nasip eder.
Not: Geniş bilgi için, Yaşar Bozyiğit’in, "Peygamber Efendimiz"in
Sünnet-i Seniyyesine Göre Müslümanın 24 Saati" isimli esere bakılabilir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Temizliğe Verdiği Önem
Temizliğe Verdiği Önem
Peygamberimiz döneminde sabun gibi temizlik maddeleri
olmayabilir. Ancak temizlik için çeşitli maddeler kullanılmıştır.
İslâm Dini, taharete yani temizliğe özel bir önem vermiştir.
Tahâret lügatta; pislikleri terk etme ve onlardan uzak durma mânâsına gelir.
Istılahî anlamı ise; namaza engel olan hades (mânevî kir) ve necâsetten (maddî
kir) temizlenme demektir.
Taharet, namazla olan ilgisinden dolayı İslâm Dini’nde özel
bir ehemmiyet kazanır. Tahâret kelimesi, değişik şekilleriyle Kur’ânı Kerim’de
31 yerde geçmektedir. Pisliklerden temizlenme, yaklaşık olarak bunların yarısını
teşkil etmektedir. Meselâ; “...ve elbiseni temizle.” (Müddessir/74: 4); “Allah,
tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.”(Bakara/2: 222); “Eğer cünüp iseniz, tam
temizlenin (gusül abdesti alın.)” (Mâide/5: 6); “Âdet hâlinde kadınlardan
çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” (Bakara/2: 222)
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözleri arasında da temizlikle
ilgili pek çok beyanlarını görebiliriz. Meselâ bunlardan bir tanesi; “Temizlik,
imanın yarısıdır.” şeklindedir (Müslim, taharet 1).
Kur’ânı Kerim’de temizlikten bahsedilen yerlerde, sadece
maddî pisliklerden temizlenme mânâsı kastedilmemiştir. Aynı zamanda;
a. kalp temizliği mânâsındaki temizlikten şöyle
bahsedilmiştir: “... bu hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri için daha
temizdir.” (Ahzâb/33: 53);
b. fuhuş ve zinadan temizlik: “... Lût âilesini şehrinizden
çıkarın. Çünkü onlar, temiz kalmak isteyen (zina ve fuhuş yapmayan)
kimselerdir.” (Neml/27: 56);
c. malın haramla kirlenmemesi için temizlik: “Onların
mallarından, kendilerini temizleyeceğin ve yücelteceğin bir sadaka al.”
(Tevbe/9: 103),
d. putlara tapma ve yalan pisliğinden temizlik: “Ey
peygamber! Ağızlarıyla “inandık” dedikleri hâlde, kalpleri inanmamış olanlardan
küfürde yarış edenler seni üzmesin. Yahûdiler arasında da yalana kulak veren,
sana gelmemiş olan bir kavme kulak verenler vardır. Kelimeleri konuldukları
yerlerden çıkarıp tahrif ederler. ‘Eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse
sakının!’ derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah’a karşı
hiç bir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini
temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için
âhirette de büyük bir azap vardır.” (Mâide/5: 41) gibi âyetlerde temizlikten de
bahsedilmiştir.
Ayrıca tahâret kelimesi; bütün bedenin, elbisenin, mekânın ve
suyun temizliğini de ihtiva etmektedir.
Beden Temizliği
İslâm dini, temizliği imanın (kemal) şartlarından biri
kılmıştır. İbadetlerin kabul edilmesinin ilk şartı, maddî ve mânevî temizlik
olduğu gibi, imanda kemalin şartı da temizliktir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir
hadîslerinde “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, taharet 1) buyururlar. Burada
ehemmiyeti belirtilen temizlik mutlaktır. Yani hem maddî, hem mânevî temizlikler
buna dahildir (Canan, 66).
Beden temizliği de ikiye ayrılır: Necâsetten tahâret (maddî
temizlik), hadesten tahâret (mânevî temizlik).
Hadesten temizlik de büyük ve küçük olmak üzere ikiye
ayrılır.
a. Büyük hades, guslü gerektiren cünüplük: “Ey inananlar,
sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz. Yolculuk dışında, cünüp
iken de yıkanıncaya kadar (namaza yaklaşmayın.” (Nisâ/4: 43); hayz (kadınların
aybaşı hâli) ve nifâs: “Sana âdet görmeden soruyorlar. De ki: ‘O eziyettir.’
Âdet hâlinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.”
(Bakara/2: 222)
b. Küçük hades ise; namaz için alınan abdesti gerektiren
bevletme, büyük tuvaletini yapma ve abdesti bozan diğer şeylerdir. Ebû
Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadîsi şerifte, Hz. Peygamber (s.a.s.): “Allah,
sizden birinizin, tekrar abdest alana kadar bozulmuş abdest ile kıldığı namazı
kabul etmez.” (Buhari, hiyel 2) buyurmuşlardır.
Necâset ise, insanın bedenine, elbisesine ve namaz kılacağı
yere bulaşan maddî pislik demektir. Â limlerin çoğuna göre, namazın sıhhatli
olabilmesi için bu pisliğin giderilmesi şarttır.
Tıbbî yönden baktığımızda istincânın (idrar ve büyük
abdestten sonraki temizlik) beden temizliğinde çok büyük bir rolü vardır. İdrar
ve büyük abdestten sonraki temizlik sıhhî açıdan çok önemlidir. Meselâ idrar,
zehirli bir çok kimyevî madde ihtiva etmektedir. Ayrıca içinde mikroplar da
bulunmaktadır.
Büyük abdest pisliği ise; bunun bir gramında milyonlarca
mikrop vardır. Bu pisliğin içinde tifo ve dizanteri mikropları da bulunmaktadır.
Manchester Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okutulan derslerde ispat edildiğine
göre bu mikroplar, tuvalet kağıdı ile temizlik yapılırken sekiz kat kağıttan
geçip insanın elini pisletmektedir. Dolayısıyla, tuvaletteki temizlik için en
ideal olan sudur.
İslâm’ın temizlik hususundaki emir ve hükümlerini araştıran
bir kimse, bunların arkasında sıhhî yönden büyük faydaların olduğunu görecektir.
Meselâ istincâ: İslâm, istincâda sağ elin kullanılmasını yasaklamıştır. Çünkü
sağ el ile yemek yenir. Böylece sağ elin pisliklere teması önlenir ve mikroplara
karşı hijyenik durum sağlanır.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.), sağ elini; yemek yerken ve
içerken, bir şey alıp verirken kullandığı, sol elini ise; bunun dışında kalan
yerlerde kullandığı rivâyet edilmiştir.
Bir günde her namaz için abdestin emredilmesi ve abdest
uzuvlarının tekrar tekrar yıkanmasının istenmesi, insan vücudunun açıkta kalan
ve mikroplarla en çok kirlenen yerlerinin temizlenmesine vesile olur.
Mikrobiyoloji uzmanları, insanın açıkta olan cildinin 1 cm2’sinde 5 milyon kadar
mikrobun bulunduğunu isbat etmişlerdir. Mikropların süratli bir şekilde
çoğaldığı da bilinen bir gerçektir. Bundan kurtulmak için de, cildin tekrar
tekrar yıkanmasından başka çare yoktur.
Doktorlar cildin, insan vücudunda en büyük uzuv olduğunu
kabul etmektedirler. Normal bir insanın cildi, yaklaşık olarak 2 m2’dir. Bir
insan cildi üzerinde bulunan muhtelif (yararlı ve zararlı) mikropların sayısı,
Vindoff’un “Skin and Veneral Diseases” adlı kitabında söylediğine göre yer
yüzündeki canlıların hepsinin sayısından daha fazladır. Yine bu bilgine göre,
bir defa banyo yapmakla bu mikroplardan (özellikle zararlı olanlarından) 200
milyonu izâle edilmektedir. Bu zararlı mikroplar durmadan çoğalmaktadır. Öyleyse
bunları, sürekli ve intizamlı bir surette yok ederek sayısını azaltmalıdır. Bu
hususta Peygamber Efendimiz
(s.a.s.) ne güzel buyurmuşlardır: “Her Müslümanın haftada bir
defa başını ve vücudunu yıkaması onun üzerinde bir haktır” (Buhari, cum’a 12;
Müslim, cum’a 9).
İslâm Müslüman’a, dişlerini ve arasında kalan yemek
artıklarını da temizlemesini emretmektedir. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber
(s.a.s.): “İnsanın amellerini yazan, sağ ve solunda bulunup ve ondan hiç
ayrılmayan iki meleğin en çok kızdıkları şey; amellerini yazmakla mükellef
oldukları kimsenin dişlerinin arasında kalan artıkları temizlemeden namaz
kılmasıdır.” Buyurmuşlardır (Süyuti, 85).
Malûmdur ki, mazmaza (abdestte ağzı güzelce yıkamak), ağzı,
gırtlağı ve diş etlerini iltihaplardan, dişleri de çürümekten korur. Dr. Mustafa
Said esSuyûtî, Mu’cizâtün fi’tTıbbi li’nNebiyyi’lArabî Muhammed (s.a.s.) adlı
kitabında, Dr.Garzûzî’nin Vikâyetü’lEsnân ve Sıhhatü’lEbdân adlı kitabından
naklen şöyle diyor: İnsanların % 90’ı dişlerini kaybediyorlar. Eğer ağız
temizliğine gerekli önemi verseydiler, zamanından önce dişlerini kaybetmezdiler.
Ağız temizliği gerektiği gibi yapılmayınca, zarar sadece diş etlerine münhasır
kalmıyor. Ağızda oluşan ve biriken zararlı maddeler, tükürük ve yiyeceklerle
mideye geliyor. Kana karışarak bütün uzuvlara kadar gidiyor ve birçok hastalığa
sebep oluyor.”
Doktorların verdiği bilgilere göre ağızda korkunç sayıda
çeşitli mikrop, bakteri, virüs ve asalak vardır. Bunların çeşitleri 100’e
yaklaşmaktadır. Bir lokmanın 1.mm2’sindeki mikropların sayısı ise milyonlarla
ifade edilmektedir. Bu mikroplar, dişlerin üzerinde ve aralarında birikmiş yemek
artıklarıyla beslenmektedir. Bunların gelişme ve çoğalmaları neticesinde ağızda
zararlı ifrazatlar ve kötü kokular meydana gelmektedir. Bundan dolayı İslâm,
misvak kullanmayı emretmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
“Misvak kullanın, çünkü misvak, hem ağzı temizler, hem de Rabb’in rızâsını
kazandırır.” (İbn Mâce, tahâret 7); “Mübârek zeytin ağacından yapılan misvak ne
güzeldir. Misvakla hem ağız temiz olur, hem de dişler sararmaktan korunur.
Zeytin ağacından yapılan misvak, benim ve benden önceki peygamberlerin
misvağıdır.” (Heysemî, Mecmeu’zZevaid, 2: 100); “Dört şey peygamberlerin
sünnetlerindendir; hayâ(utanma duygusu), güzel koku kullanma, nikâh(evlenme) ve
misvak kullanma” (Tirmizi, nikâh 1).
İslâm, istinşâk’a da teşvik etmiş ve ona, ağız temizliği gibi
önem vermiştir. İstinşâk, burun temizliği demektir. Suyun buruna çekilmesi ve
daha sonra çıkarılması; burunda birikmiş zararlı maddelerin ve mikropların
dışarıya atılması ve burun kıllarının temizlenmesine vesîle olur.
Fıtrî Temizlik ve Vücut Temizliği
Vücut temizliğinin tam olabilmesi için Hz.Muhammed (s.a.s.)
bir takım sıhhî talimât getirmiş, bunlara “fıtrî temizlik” adını vermiş ve
bunlara uymamız gerektiğini bildirmiştir.
O’nun (s.a.s.), fıtrî temizlik hakkında şöyle dediği rivâyet
edilir: “Fıtrat beştir, veya şu beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıklardaki
kılları tıraş etmek, tırnakları kesmek, koltuk altı kılları yolmak ve bıyıkları
kısaltmak” (Buhari, libas 63). Günümüzün tıp ilmi ise, bu sünnetlerin önemini
bize daha yeni yeni söylemektedir.
1. Tırnakların kısaltılmaması, altlarında bir çok mikrobun ve
kirin birikmesine sebep olmaktadır. Temiz olmayan tırnakların taşıyarak sebep
olduğu bir çok hastalık vardır ki, meselâ ishâl, bağırsak iltihabı, göz
iltihabı, bağırsak parazitlerinin bulaşması bunlardan sadece birkaçıdır.
2. Sünnet olmanın da birçok sıhhî faydası vardır. Sünnet
olma, kişiyi zararlı olan yağlı ifrazâttan koruduğu gibi, mikropların gelişip
çoğalması için uygun bir ortam olan sünnet derisinin kesilmesi, onların
çoğalmasını da önleyecektir. Şu da kesin bilinen bir gerçektir ki, kocaları
sünnetli olan Müslüman kadınlarda, diğerlerine göre rahim kanseri daha az
görülmektedir.
3. Kasık kıllarının temizlenmesi/tıraş edilmesinde de büyük
sıhhî faydalar vardır. Çünkü mikrop, bakteri ve benzeri bazı haşareler
genellikle kasıklardaki kıllarda yaşarlar. Kasık kıllarını tıraş etme pek yaygın
olmayan batıda her sene erkek ve kadınlardan büyük bir yekun değişik
hastalıklara yakalanmaktadırlar.
4. Koltuk altları, insanın en çok terleyen yeri olduğundan,
mikropların gelişmesi için en uygun olan yerlerdir. Mikropların çoğalması
neticesinde kötü koku meydana gelir ve bu kötü koku etrafı rahatsız eder. Onun
için koltuk altı kıllarını yolma (veya tıraş etme), bu mikropların büyük sayıda
çoğalmasına engel olur.
5. Bıyıkları kısaltma da, fıtrî sünnetlerdendir. Çünkü uzun
bıyık, insanın yediği ve içtiği şeylerle devamlı pislenir Onların pislenmesi de
ağzın pislenmesine sebep olur.
Elbise Temizliği
İslâm’da çevre temizliği, kişinin giydiği elbisenin de temiz
olmasını gerektirir. Müslüman toplumdaki bir fert, görünüşü güzel, tertipli ve
temiz elbiseli olmalıdır. Bu hususta Allah Teâlâ: “Ey Âdem oğulları, her mescid
için (namaz kılacağınız vakit, yatak ve namaza mani kiri bulunan iş elbisesi
gibi, elbiseleri değil), güzel elbisenizi giyin.” (A’râf/7: 31)
buyurmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.s.), insanların görünüş ve elbise
itibariyle en güzel olanıydı. Arkadaşlarını, elbise temizliğine dikkat etmeleri
için teşvik ederdi. Bir gün, üzerinde kirli elbise bulunan bir adam gördü ve:
“Bu adam elbisesini yıkayacak bir şey bulamıyor mu!” (Ebû Dâvûd, libas14) dedi.
Hz. Peygamber (s.a.s.), bu sözüyle Müslümanları, bu adamın giydiği şekilde kirli
elbise giymemeye davet ediyordu.
İslâm, elbise temizliğini her gün yapılan ve devam eden
ibadetlerin sıhhati için şart kılmıştır. Bu durum da, insanı bilerek veya
bilmeyerek elbiseye temas eden bütün pisliklerden devamlı olarak uzak durma
hususunda dikkat ve teyakkuza teşvik etmektedir. Allah Teâlâ: “...ve elbiseni
temizle.” (Müddessir/74: 4) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Kimin bir
elbisesi varsa, onu temiz tutsun.” buyurmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.),
özellikle insanların birlikte oldukları cuma ve bayram namazları gibi yerlerde
elbiselerin temiz olması gerektiğini bilhassa vurgulamaktadır.
Mekân Temizliği
Hz. Peygamber (s.a.s.), evlerin temizliğine de büyük önem
vermişler ve: “Allah güzeldir ve güzeli sever, cömerttir ve cömerdi sever,
kerîmdir ve kerîmi sever, temizdir ve temizi sever. Evlerinizin çevresini
temizleyin...” (Tirmizî, edeb 41) buyurmuşlardır.
Bu hadîsi şerifte Peygamber Efendimiz bizleri, evlerinin
temizliğinde süprüntü ve fazlalıkları temizlemeyenlere benzemekten
menetmişlerdir.
İslâm, evlerin ve çevrelerinin temizlenmesini emretmekle,
daha pek çok faydanın yanısıra, âmmenin sıhhatini hedeflemiştir. Çünkü, ev ve
evlerin çevrelerinde pislik birikirse, buralarda haşereler ve mikroplar rahat
bir şekilde gelişir ve çoğalır. Ayrıca, etrafa bir çok hastalığa sebep
olabilecek kötü kokular yayılır ve evler oturulamayacak bir hâle gelir.
Mekân temizliği denilince evlere ilâveten sokak, ibadethâne,
toplantı yerleri vs. insanların devamlı veya arasıra bulunmak zorunda oldukları
yerler de akla gelir.
İslâm, umumî bir şekilde yeryüzünün, kirlenmeden korunmasını
ve temiz tutulmasını istemektedir. Özellikle üzerinde namaz kılınan yerin temiz
olmasını şart koşmaktadır. Üzerindeki pislik hangi çeşit pislik olursa olsun
temizlenmemiş bir yerde kılınan namaz makbul değildir.
Mekân temizliği konusunun içine, insanın içinde yaşayacağı
ister ev olsun isterse çadır olsun mesken yeri seçimi de girer. Selefi sâlihîn,
ev yapılacak yerin seçiminde şu şartların göz önünde bulundurulması üzerinde
durmuştur:
1. Hastalıkların çok olduğu bir yer ve çevresi olmamalı.
2. Güneş ve havadan mahrum, rutubetli yerler olmamalı.
3. Yerin altında bir yer, (ağır ve zehirli gazların istilâ
ettiği mahaller olmamalı).
4. Çok yüksekte şiddetli rüzgâra maruz yerlerde de
olmamalı.
5. İhtiyaca göre odaları geniş olmalı.
6. Evin kendisi, kapıları ve pencereleri sağlam olmalı ki,
zararlı haşerelerin, soğuk havanın ve akciğer veremi mikrobu gibi sıhhate
zararlı mikroplar ihtiva eden tozların girmesine de engel olunsun.
Suların Temizliği
“Hayatı olan her şeyi sudan yaptık.” (Enbiyâ/21: 30) âyetinde
belirtildiği gibi su, hayatın aslı olduğundan, suyun pislenmeden korunması
demek, esasen hayatın değişik şekilleriyle korunması demektir. İslâm Dini, bir
çok emriyle suyun korunmasına önem verir ve pisliklerden sakınmaları konusunda
insanları teşvik eder. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hususta: “Sizden birisi daha
sonra yıkanacağı durgun suya bevletmesin” (Buharî, vüdû’ 28; Müslim, tahâret 95)
buyurmuşlardır.
İçine bevledilmiş durgun suda değişik hastalıklara sebep
olacak mikroplar bulunduğundan, buralarda yıkanmak doğru değildir. Aynı şekilde
Hz. Peygamber (s.a.s.): “Akan suya bevletmekten de nehyetmiştir.” (Heysemi,
Mecmau'zZevâid, 1:224). Peygamberimiz’in akar suya bevletmeyi yasaklamasının
önemli bir sebebi, suyun, idrarda bulunan bir takım mikroplardan korunmasıdır.
Başka bir hadîsi şeriflerinde de: “Lânetlenmeye sebep olan şu üç şeyden sakının;
suya, (insanların oturacağı) gölgeliğe ve insanların gelip–geçtiği yola büyük
abdest bozmak” (Ebû Dâvûd, tahâret 14).
Suya büyük abdest bozma, suda parazit, mikrop, bakteri ve
kötü kokuların oluşmasına sebep olur. Bu zararlı şeyler, bu akarsudaki ve onun
birleştiği denizlerdeki balık ve diğer canlılara da menfî tesir eder.
Netice itibariyle diyebiliriz ki, temizlik hususunda İslâm’ın
getirdiği ve öğrettiği şeylere tâbi olmak, insan hayatının emniyetle devamının
teminatıdır. Bu asırda İslâm’ın getirdiği şeyleri tatbik etmeye ne kadar da
muhtacız. Özellikle her türlü kirliliğin, dünyanın dört bir tarafını sardığı ve
çözümünün çok zor olduğu şu günlerde.
Hadîs kitapları dışındaki kaynaklar:
Canan, İbrahim, İslâm’da Çevre Sağlığı, İstanbul, 1986.
Suyutî, el–Habâik fi’l–Melâik.
Selam ve dua ile...
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Beden Dili ve Üslubu
Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam Efendimiz, şüphesiz bir
insan olmanın yanı sıra Allah'ın en son peygamberidir. O'nun, getirdiği dini
insanlara tebliğ ve açıklamak gibi bir misyonu da vardır. Her alanda en güzel
bir model olan Allah Rasûlü'nün tebliğ ve beyan vazifesini ifa ettiği esnada,
insanlarla iletişim kurmadaki becerisi şüphesiz önemlidir.
On beş asır öncesinin şartlarında tek başına çıktığı bir davada
çok kısa bir sürede on binleri etkileyen ve onlar üzerinde yaptırım gücü olan
bir şahsiyetin iletişim becerileri ve bu arada beden dilini kullanımı, taktir
edileceği gibi iletişim ve bu bilimin diğer dalları bakımından da araştırılması
ve üzerinde çokça çalışılması gereken bir husus olmalıdır.
Bir tebliğci sıfatıyla Peygamberin, iletişimde çok etkin bir
mesaj olan beden dilini nasıl kullandığı bugün bizim için daha bir önem
kazanmıştır.
Yürüyüş Biçimi
Kaynakların verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber; yürürken
ayaklarını sürümezler, adımlarını atarken yerden sertçe kaldırırlardı. Hareket
halinde iken sağa sola sallanmazlar, inişli yokuşlu engebeli bir arazide
yürürcesine hafifçe önlerine eğilirlerdi. Dimdik durup göğüslerini kabartarak
yürümedikleri gibi, koşar adımlarla yürürcesine hızlı da yürümezlerdi. Fakat,
Allah'ın kendilerine bir lutfu olarak, uzun mesafeleri kısa zamanda
katederlerdi.
Oturuş Biçimi
Peygamber Efendimiz'in oturuş şekillerine dair bize intikal eden
vesikalar ise, hadis metinleri arasına serpiştirilmiş durumda olup, şu
şekillerden oluşmaktadır:
Kurfesâ biçiminde oturuş: Türkçe karşılığını tam olarak
bulamadığımız bu oturuş biçimi şöyledir; insanın oturağı üzerine oturarak,
dizlerini, karnına doğru iyice çekip kolları arasına aldıktan sonra ellerinin
önden bağlanması şeklinde bir oturuştur. Buna, bir nevi destekli oturuş
denebilir. Kaynaklarda, Hz. Peygamber'in zaman zaman bu şekilde oturduğunun
görüldüğüne dair rivayetler bulunmaktadır.
Bağdaş Kurma: Ebû Davud'un kaydettiği bir rivayete göre, "Hz.
Peygamber, sabah namazını kıldırdıktan sonra, güneş iyice doğuncaya kadar bağdaş
kurarak otururdu".
Çömelme: "İhtifâz" veya "ik'â" kelimeleriyle ifade edilen bu
oturuş şeklinin, daha çok yemek yerken kullanıldığı görülmektedir.
Ayağını sarkıtarak oturma: Hadis metinleri arasında, Hz.
Peygamber'in bir kısım ashabı ile birlikte, bir kuyu bileziğine oturarak
ayaklarını kuyu boşluğuna sarkıttıklarına dair rivayetlere de
rastlanmaktadır.
Diz çökme: Hz. Peygamber'in oturuş tarzlarına yer veren
kaynaklarda, diğerleri gibi ayrı bir başlık altında, diz çökerek oturduklarına
dair rivayetlere rastlanmamaktadır. Ancak, hadis metinlerinin sebeb-i vürûd
kısımları ile ashabın hayatını anlatan Tabakat kitaplarının satırları arasında
bu durumu tesbit etmek mümkün olabilmiştir. Diz çökme, Zat-ı Risalet'in mutad
oturuş tarzıdır. Bu sebeple ashabdan birisinin: "Ben, Peygamber Efendimiz'i diz
çökmüş vaziyette gördüm" demesi, bilineni tekrar bildirmek olurdu ki, bunun da
ilgi çekici bir yönü kalmazdı.
İşte ashabın görüp anlattığı diğer oturuş tarzları, onların
zaman zaman ve nadiren Rasûlullah'ın şahsında müşahede ettikleri oturuş
şekilleridir. Peygamber Efendimiz, hayatının çeşitli safhalarında yerine göre,
yukarıda yedi madde halinde sıralanan şekillerin hepsi ile de oturmuş ve böylece
O’na her açıdan benzemek isteyen ümmetini, belli bir şekille bağlamamış ve
onları tek tip oturuşla sınırlamamıştır.
Dayandığı Eşyalar
Peygamber Efendimiz: "Üç şey vardır ki, geri çevrilmez: Yastık,
güzel koku ve süt!" buyurmuşlardır.
Rasûlullah Efendimiz, sohbet meclislerinde ve uzun müddet oturma
durumunda kaldıkları hallerde, kollarının altına bir "yastık" alarak
yaslanırlardı.
Hz. Peygamber'in, yerden biraz yüksekçe ve hurma yaprağından
örülmüş "serir" adı verilen bir eşya üzerine oturduklarına dair bilgilere de
sahip bulunuyoruz.
Peygamber Efendimiz'in, demir veya tahta ayaklı bir kürsü
üzerine oturduklarının görüldüğüne dair belgeler de bulunmaktadır.
Hz. Peygamber, o günün toplumunda revaçta bulunup da varlık
gösterisine kaçmamak kaydıyla kendisine ikram edilen bütün eşyaların üstüne
oturmayı reddetmemiştir. Nitekim misafirliğe gittikleri yerlerde, yerine göre,
altına atılan halı veya keçeden mamul minder üstüne oturmuş, yerine göre ikram
edilen mindere oturmayarak, kuru tahta veya çıplak toprak üzerine
ilişivermiştir.
Konuşma biçimi
Hz. Peygamber'in en bariz özelliklerinden biri de, O'nun
konuşmasındaki güzellik ve mükemmellikti. Peygamber Efendimiz: "Ben, az-öz söz
söyleme (cevami'ul-kelim) özelliği ile donatılmış olarak gönderildim." (Buharî,
VIII, 76, 168; en-Nihaye, I, 295) buyurmuştur. Yetiştiği çevre de, Peygamber
Efendimiz'in fasih konuşmasında büyük rol oynamıştır.
Hz. Peygamber tane tane, açık-seçik ve herkesin anlayabileceği
bir tarzda konuşurlardı. O kadar ki, dinleyenler eğer kelimelerini saysa, onları
teker teker sayabilirlerdi. Yerine göre de, konuşması sırasında geçen önemli
cümlelerini üçer defa tekrar ederlerdi.
Yerine göre bir vaiz, bir müftü, bir hakim; yerine göre bir
muallim, bir terbiyeci, bir aile reisi; duruma göre bir diplomat, bir kumandan,
bir fatih, bütün bunların yanında geniş dostluk çevresi olan bir cemiyet adamı
gibi sıfatlarla karşımıza çıkan Hz. Peygamber; dost-düşman, müslim-gayr-i
müslim, zengin-fakir, büyük-küçük, kadın-erkek her kesimle muhatap olmuştur.
Peygamber Efendimiz, sohbet ederlerken; ashabına karşı daima
mütevazı bir kardeş, şefkatli bir öğretmen ve merhametli bir baba gibi
davranmış; bazı muaşeret kaidelerini (görgü kuralları) öğretmeyi arzu ettikleri
zaman da, onlara, tatlı bir üslupla hitap etmiştir. Söyleyeceklerini bazen
şakacı bir tarzda; bazen gönül alıcı, sevindirici, ümit verici ve teşvik edici
bir biçimde; yerine göre kinayeli, teşbihli, ufuk açıcı ve düşündürücü bir
üslupla söylemişlerdir.
Hz. Peygamber'in topluluk karşısındaki konuşmalarının tonu da
üslubu da çok farklıdır. Kaynaklar, bu tür konuşmalar için "hutbe" kökünden
türetilmiş tabirler kullanırlar. "Veda Hutbesi" dışında diğer hitabe tarzındaki
konuşmaların içerisinde bu kadar uzununa rastlanmamaktadır.
Halka hitaben yaptığı konuşmalarda, gözleri kızarır, sesinin
tonu yükselir ve heyecanı iyice artar; konuşmalarını yaparken, elinde, hem
dayanmakta, hem de öteye beriye işaret etmekte kullanılan "mıhsara" denen (asa,
baston, değnek, çöp türünden) bir çubuk bulundururlardı.
Hz. Peygamber, bilhassa lüzumsuz aşırılıkları, İslam'a söz
getirebilecek ölçüsüz davranışları ve temel prensipleri zedeleyici hareketleri
hiç hoş karşılamazlar; bu türden olaylar kendisine intikal ettikçe üzülürler,
öfkelenirler, açıktan tavır takınırlar ve sert bir dille ikaz ederek bunları
önlemeye çalışırlardı.
Hz. Peygamber'in değişmez bir tavrı vardı: Normal insanda bile
hoş karşılanmayan; kaba, kırıcı, küçük düşürücü, hakaret edici, ölçüyü kaçırıcı
türden bir konuşma ve hitap tarzı, O'nun şahsiyetinde hiç yer bulmamıştır.
El - Kol Hareketleri (Jestleri)
Hz. Peygamber'in iletişim esnasında yaptığı işaretler
incelendiğinde O'nun el ve parmaklarını daha çok kullandığı görülmektedir.
a. Eller: Allah Rasûlu, özellikle eğitim ve öğretim
sayılabilecek hitaplarında jestleriyle de konuşmalarına bir canlılık getirmiş ve
dinleyenlerin dikkatini konu etrafına toplamayı başarmıştır. Nitekim çoğu zaman
yanında taşıdığı asası ile konuya canlılık getiren jestler yapmıştır. Bir gün
minberde konuşurken elindeki asa ile minbere vurarak: "Bu Taybe'dir (Medine). Bu
Taybe'dir. Dikkat edin! Buna Mekke ile Medine'ye Deccal'ın giremeyeceğini size
anlatmıştım." buyurmuştur.
Hz. Peygamber anlattığı konuyu dinleyenlerin zihninde
canlandırmak için soyut kavram ve ifadeleri somut hale getirmiş ve
muhataplarının anlayacağı seviyeye indirgemiştir. Cennete ilk giren kimsenin
kendisi olacağını anlatırken, cennetin kapısını nasıl çalacağını hareketleriyle
izah etmeye çalışmıştır. Bu olaya şahit olan Enes b. Malik,
Hz. Peygamber'in "Cennetin kapısını ilk defa çalan ben
olacağım." derken eliyle sanki bir kapıyı tıklıyormuş gibi kapı halkasını tutup
çaldığı hâlâ gözümün önünde, demektedir. Hz. Peygamber kader konusunda ashabına
bilgi verirken eliyle sakalını tutmuştur. Hadis şarihleri bu davranışın O'nun
teslimiyetini anlattığını; zira eliyle sakalı tutmanın o dönemde Araplar
arasında teslimiyeti ifade ettiğini bildirmektedirler.
Hz. Peygamber, eğitim - öğretim esnasında ellerini mükemmel bir
şekilde kullanmıştır. Nitekim ilim bakımından sahabenin ileri gelenlerinden
Abdullah b. Mesud, Hz. Peygamber'in kendisine teşehhüd duasını öğretirken elini
tuttuğunu haber vermektedir. Bir başka rivayette ise elleri yerine saçını
tuttuğu bildirilmektedir.
Hz. Peygamber, önemli gördüğü şeyleri yeri geldiğinde eliyle
işaret ederek söylerdi. Örneğin, Ensar'dan bir zat Hz. Peygamber'e, "Ya
Rasûlallah! Senden bir takım sözler işitiyorum ancak ezberleyemiyorum."
dediğinde Allah Rasûlu ona, "Sağ elinden yardım al." demiş, bunu söylerken de
eliyle yazı yazar gibi yapmıştır. Yine Peygamber'in eliyle işareti hususunda
sahabeden Abdullah b. Amr'ın anlattığı şu olay da güzel bir örnek teşkil
etmektedir. Abdullah şöyle anlatıyor: Rasûlullah'tan duyduğum her şeyi
yazıyordum. Bir müddet sonra Kureyşliler'den bazıları beni bundan alıkoymak
istedi; "Allah Rasûlu bir beşerdir. O kızgınlık halinde de neşeli haldeyken de
konuşurken sen nasıl olur da her şeyi yazarsın." dediler. Ben bu durumu
Rasûlullah'a arz ettim. Elini ağzına götürerek, "Yaz! Nefsim elinde olan Allah'a
yemin olsun ki, buradan haktan başka bir şey çıkmaz." buyurdu.
Allah Rasûlu bir gün cemaate yatsı namazı kıldırıyordu. Ancak
namazı dört rekat yerine iki rekat kıldırdı ve selam verdi. Sonra kalktı
mescidin içerisinde yere konmuş ahşap bir sedir gibi bir şeye yaslandı. Sanki
kızgın gibiydi. Sağ elini sol elinin üzerine koydu ve ellerinin parmaklarını
birbirine kenetledi, sağ yanağına da sol elinin dışına dayadı. Namaz bitti diye
acele edip mescidin dışına çıkanlar birbirlerine namaz mı kısaldı şeklinde
sordular. Aralarında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de vardı. Ancak onlar da bir şey
konuşmaktan çekiniyorlardı. Sahabe arasında elleri uzun olduğu için kendisine
"Zülyedeyn" lakabı verilen kişi Peygamber'in yanına geldi ve "Ya Rasûlallah! Sen
mi unuttun yoksa namaz mı kısaldı?" diye sordu. Allah Rasûlu de, "ne ben
unuttum, ne de namaz kısaldı" buyurdu ve yanındakilere, "Zülyedeyn'in dediği
doğru mu?" diye sordu. Oradakiler "evet" deyince kalktı namazını tamamladı ve
sehiv secdelerini yaptı. Bu olayda Hz. Peygamber kendisinin üzüntülü ve
düşünceli olduğunu sözle ifade etmese de
O'nun hareketlerinden yani beden dilinden bu durum gayet net
olarak anlaşılmaktadır.
b. Parmaklar: Hz. Peygamber'in Arafat'ta yüz bin civarında
insana karşı veda hutbesini irad ettikten sonra "tebliğ ettim mi?" şeklinde
sorduğu ve sonra da şahadet parmağını insanlara çevirerek "Şahid ol Allah'ım!"
dediği bilinmektedir. Yine O, Muaz b. Cebel'e tavsiyede bulunurken dilini eliyle
tutarak "İşte bunu muhafaza et." demiştir. Rasûlullah, Muaz b. Cebel'e sadece
sözle "dilini muhafaza et" diyebilirdi; ancak burada da görüldüğü gibi daha
etkili olan görsel metodu kullanmıştır.
Abdullah b. Ebî Evfâ'dan rivayet edildiğine göre, bir yolculuk
esnasında Hz. Peygamber, hizmetindeki birine güneş battığı bir sırada, "içecek
bir şeyler ver iftar edeceğim." dedi. Adam, "Ya Rasûlallah! Hâlâ gündüz
aydınlığı var. Simdi iftar olur mu?" diye şaşkınlığını arz etti. Hz. Peygamber
tekrar içecek istedi; adam aynı şeyleri söyledi. Peygamber üçüncü kez isteyince
adam içecek getirdi. Allah Rasûlu orucunu açtı ve eliyle doğu tarafını
göstererek bir hat çizer gibi, "Bak! Akşam bu taraftan böyle karardığı vakit
oruçlu iftar eder." buyurdu.
Hz. Peygamber Ramazan orucu için hilalin gözetilmesinden ve
kamerî ayların 29 ve 30 gün çektiğinden bahsederken, "Biz ümmî bir topluluğuz;
yazı yazmayı, hesap yapmayı bilmeyiz. Ay şu kadar, şu kadardır." demiş ve iki
elinin parmaklarıyla üçer kez işaret ederek bir defasında 30, diğer seferin
üçüncüsünde bir baş parmağını kapatarak 29'a işaret etmiştir.
Müminlerin birbirine sahip çıkmalarını ve aralarında olması
gereken ilişki ve samimiyeti anlatırken "Müminler tıpkı bir bina gibidir.
Birbirlerine destek olur ve ayakta tutarlar." demiş, bu sözleri söylerken de iki
elini parmaklarını birbirine kenetlemiştir. O bu hareketiyle birlik ve
beraberliğin önemini mükemmel bir üslupla anlatmıştır.
Mimikleri
Edeb bakımından insanların en güzeli olan Allah Rasûlu çok kibar
ve nazik biriydi. O'nun engin şefkat ve merhamet hisleri, içindeki duygularını
anında dışa yansıtır, pek çok düşüncesi yüz ifadesinden âdeta okunurdu.
a. Yüz ifadesi: Rasûlullah'ın konuşması mimiklerle ayrı bir
değere ulaşır. Muhatapları kendine hitap eden Rasûlullah'ın söyleyeceği sözleri
O'nun yüzünden de okuma imkanını bulmuştur. Daha söze başlamadan önce nasıl, ne
tarzda bir konuşma yapacağının kestirildiği zamanlar olmuştur. Hz. Peygamber
kızdığı zaman alnının ortasındaki damar şişer, gözleri kızarırdı. Sahabe,
Peygamber'in kızdığını böylece anlarlardı. Bir gün Hz. Âişe'nin yanına
girdiğinde onun yanında yabancı birini görünce hoşlanmamış ve bunu da yüz
ifadeleriyle hissettirmişti. Hz. Âişe de o kişinin süt kardeşi olduğunu
açıklamıştır.
Diğer taraftan Ka'b b. Malik, tövbesinin kabulünü anlatırken
Rasûlullah'ın kendini sevinçten parlayan bir yüzle karşıladığını ve söyle
dediğini söylemektedir: "Anandan doğduğundan beri senin için en hayırlı günü
müjdelerim bu günü."
b. Kaş göz işaretleri: Hz. Peygamber bir kimseyi kötüleyecek
şekilde kaş göz işareti yapmaz bunun yapılmasına müsaade de etmezdi. Mekke'nin
fethinden sonra ölüm emri verilenlerden Abdullah b. Sa'd b. Ebi's-Serh, Hz.
Peygamber'in huzuruna gelerek eman diledi ve beyat etmek üzere Hz. Peygamber'in
eline sarıldı. Rasûlullah onun beyatini almadı ancak üçüncü kez istemeyerek
kabul etti; adam da öldürülmekten kurtuldu. Daha sonra Hz. Peygamber ashabına,
"Benim davranışımı gördüğünüz halde neden adamı öldürmediniz?", diye sitem etti.
Ashab, "Ya Rasûlallah! Bize bir göz işareti yapsaydın onun işini bitirirdik."
dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Biz peygamberlere gözlerine hıyaneti
yakışmaz." buyurdu.
Duruşu Biçimi
Şüphesiz Hz. Peygamber'in beden dili denildiğinde ilk akla gelen
O'nun duruşudur. Susmasının dahi dini açıdan bir anlamı olan Allah'ın elçisinin
duruşuyla oluşturduğu imaj O'nun gerçek ve en etkili yüzüdür ki, bu bir yönüyle
de ahlakı olarak tezahür etmiştir. O'nun ahlakı ise âdeta canlı bir Kur'ân'ı
temsil etmektedir. Dolayısıyla O duruşuyla bir anlamda bize Kur'ân'ın öngördüğü
insan tipini de göstermiş olmaktadır.
a. Giyim Kuşamı: Hz. Peygamber çeşitli renk ve desenlerde
elbiseler giymiştir. Ancak O'nun daha çok beyaz renkli elbiseleri tercih
ettiğini biliyoruz. O toplumda diğer insanların giydiği kıyafetleri giymiş,
elbisenin temiz ve yırtıksız olmasına dikkat etmiştir. Yün, keten ve pamuklu
giysiler giymiş ancak ipek kumaştan yapılmış elbiseleri kullanmamıştır.
Rasûlullah daima güzel kokar, saç ve sakalının bakımına son derece dikkat
ederdi.
b. Kişisel mesafe: Hz. Peygamber eşlerine, çocuklarına ve
torunlarına daha bir yakın durmuş, yakınlık derecesine göre bu duruşunu
ayarlamıştır. Kızı Hz. Fatma'yı alnından öpmesi, onun yatağına oturması ve
torunu Hz. Hasan ve Hüseyin'i kucaklayarak öpmesi, O'nun fiziksel teması
kullanmasını gösterdiği gibi, aynı zamanda yakınları ve mahremleri için kişisel
alanlardan mahrem bölgeyi kullanmasına da güzel bir örnek teşkil etmektedir.
O, biriyle konuştuğu zaman onun yüzüne bakar, elini tutmuşsa o
bırakmadıkça bırakmaz, karşısındaki yüzünü başka tarafa çevirmedikçe O
çevirmezdi. Hatta bir adam bir şey söylemek gayesiyle Rasûlullah'ın kulağına
fısıldayarak bir şey konuşsa, adam başını uzaklaştırmadan Rasûlullah başını
uzaklaştırmazdı.
Müslümanların birbirine güler yüzle bakmasını öğütleyen Hz.
Peygamber, yüzünden sürekli tebessümü eksik etmezdi. Rasûlullah kendisine
kötülük yapan düşmanlarını bile sükunetle dinlemiş, konuşma sırası kendine
geldiğinde söz alarak konuşmasına başlamıştır. Nitekim, bir defasında Utbe b.
Rebia ile yaptığı bir görüşme esnasında, "Söyle Ebû'l-Velid! seni dinliyorum."
demiş, Utbe sözlerini bitirip susunca, "Sözlerini bitirdin mi? ey Ebû'l-Velid!"
diye sormuş, "evet" cevabını aldıktan sonra: "O halde sen de beni dinle."
diyerek söze başlamıştır.
Hz. Peygamber yürürken aciz ve tembeller gibi yürümez sert
adımlarla yürürdü. Ardından gelen kimse kendisine kolay kolay yetişemezdi. Hafif
öne eğik gibi yürür, arkasından seslenildiğinde sadece boynunu çevirmez bütün
vücuduyla dönerdi.
İhtiyaç olmadıkça konuşmayan Allah Rasûlu'nun bazen uzun süre
suskun durduğu görülürdü. O'nun bu sessizliğinin hilm sıfatından, insanları
yaptıklarından sakındırmak istemesinden, takririnden ya da tefekkürden
kaynaklandığı bildirilmektedir.
c. Vücut teması: Hz. Peygamber vücut temasını da yeri geldikçe
çok güzel bir biçimde kullanmıştır. O'nun uzaktan gelen sevdiği insanları veya
çok yakın akrabalarını kucakladığı, bazen de öptüğü ve bağrına bastığı
bilinmektedir. Nitekim Cafer b. Ebî Talib Habeşistan hicretinden Medine'ye
dönüşünde, Hz. Peygamber de Hayber'in fethinden henüz yeni gelmişti. On üç yıl
aradan sonra Cafer, Peygamber'in huzuruna girdiğinde, Rasûlullah Cafer'i
kucaklayarak iki gözünün arasından öpmüş ve şöyle demişti: "Hayber'in fethine mi
yoksa Cafer'in gelişine mi daha çok sevindiğimi bilemiyorum."
Kur'ân-ı Kerim'de de zikredildiği gibi Hz. Peygamber, Müslüman
olanlardan "beyat" alırken ellerini onların elleri üzerine koymuş öylece söz
almıştır.
Rasûlullah insanlarla vücut teması kurarak onlarla olan
samimiyetini daha çok pekiştirmiş olmaktadır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber'in, çocuklarla iletişim kurabilmek
için onların anlayacağı ya da sevineceği şekilde davrandığı görülmektedir. Zaman
zaman onları devesine bindirerek gezdirir, onlara nasihat eder, onların saçını
okşar, onlara şaka yapardı. Hatta bir defasında abdest alırken abdest suyunu
ağzına alıp yanındaki çocuğun yüzüne püskürttüğü bile olmuştur. O'nun bu yakın
teması ve doğal davranışı çocukların ilgisini çekmekte ve kendisini sevmelerine
zemin hazırlamış olmaktadır.
Gülüş Biçimi
Kaynakların ittifakla kaydettiklerine göre, Rasûlullah
Efendimiz, yaradılıştan beşûş çehreli, yani güleç yüzlü idi. Tebessüm denen
"gülümseme", O'nun mübarek yüzünden hiç eksik olmazdı. En sıkıntılı anlarında
bile, üzüntülerini belli etmezler, yanındakilerin içlerini karartacak bir tavır
sergilemezlerdi. Bilhassa sevdikleri kimselerle karşılaştıklarında, öylesine
tebessüm ederlerdi ki, böyle anlarda, yüzleri ay gibi parıldardı.
Bu tabii halleri dışında, Rasûlullah Efendimiz'in, bir de
gülüşleri vardı. Hadis kaynakları, O'nun nelere ve nasıl güldüklerine dair pek
çok vesika kaydetmişlerdir. Özellikle Âişe (ra) validemiz, Peygamber
Efendimiz'in gülüş tarzlarını şu şekilde anlatmışlardır: "Rasûlullah
Efendimiz'in küçük dili gözükecek şekilde, kendinden geçercesine güldüklerini
hiç görmedim. O'nun gülüşü, tebessüm şeklinde idi." (Buharî, el-Cami'us-Sahih,
VII, 94-95; el-Edeb'ül-Müfred, s.97, nu:251).
Hz. Peygamber'in diğer sahabilerinin bir çoğu da, çeşitli
münasebetlerle, O'nun bu gülüş tarzını anlatırlarken "...öyle ki, azı dişleri
gözükecek derecede güldüler!" şeklinde bir ifade kullanmışlardır. Bu gülüş
tarzında, dişler gözükür; fakat ses işitilmez. İşte bu, Peygamber Efendimiz'in
gülüş tarzıdır.
Şakaları
Enes b. Malik (ra): "Rasûlullah Efendimiz, çocuklara karşı,
insanların en çok şaka yapanı idi." (Taberanî, el-Mucemu's-Sagir, II, 39; İbnu'l
Esir, en-Nihaye. III, 466). "Peygamber Efendimiz, insanlar içinde, hanımlarına
en çok şaka yapan kimse idi." (İbn'ul Esir, en-Nihaye. III, 466; Gazali, İhya,
III, 129) der.
Peygamber Efendimiz; daha çok, çocuklara; hanımlarına; fakir
fukara zümresine ve çevresinden sevgi bekleyenlere şaka yapmıştır. "Arkadaşınla
ağız kavgası yapma; ona şaka da yapma; bir söz verip tutmamazlık da etme!"
buyurunca, çevresindekiler tarafından: "Ama ya Rasûlallah, siz de şaka
yapıyorsunuz!" diye sorulduğunda: "Evet, ben de şaka yaparım; fakat ben (şaka
yaparken bile) sadece hakikati söylerim." (Buharî, el-Edeb'ül-Müfred, s.102,
nu:265; Tirmizî, Sünen IV, 357, nu:1990). cevabını vermişlerdir.
Enes b. Malik (ra) anlatıyor: "Peygamber Efendimiz bana, "İki
kulaklı!" diye hitabetti." (en-Nihaye, I, 34).
Tirmizî'nin hocası Mahmud b. Gaylan, kendi hocası Ebû Üsame'nin
bu haberi açıklayıcı mahiyette: "Yani Hz. Peygamber, Enes'e şaka yapmıştır."
dediğini söylemiştir.
Sonuç
Hz. Peygamberin duygu ve hisleri kimi zaman gözyaşı olmuş, kimi
zamanda alnında kabaran bir damar olarak ortaya çıkmıştır. Bir şeye işaret
ettiğinde elinin tamamıyla işaret ederdi. O, dili kötülüklerden korumak
gerektiğini anlatırken dilini eliyle tutarak göstermiş; takvanın yerinin kalp
olduğunu söylerken de eliyle sol göğsüne işaret etmiştir. Bir şeye şaşırdığında
elini ters çevirir havaya doğru açardı. Konuşurken avuçlarını bir araya getirir
ve sağ elinin ayasını sol başparmağının iç tarafına vururdu.
Yapmacık hareket etmeyen, göz boyamaya ve gösteriş yapmaya
çalışmayan bir insanın tabi olan yüz ifadeleri neyse Peygamberin içinden
geçirdikleri de aynı şekilde yüzüne yansımaktaydı. Kızdığında yüzünü başka
tarafa çevirirdi. Sevindiğinde gözlerini indirirdi. Onun gülmesi çoğunlukla
tebessüm idi. Gülerken de dişleri dolu taneleri gibi görünürdü.
O her yönüyle mükemmeldi..
Kaynak:
Peygamberimiz'in Şemaili, Prof. Dr. Ali Yardım, Damla Yayınları,
İstanbul 2005.
Hz. Peygamberin Şemâili, Prof. Dr. İbrahim Bayraktar, İstanbul
1990.
Hz. Peygamberin Beden Dili, Doç. Dr. Mustafa Karataş, Nun
Yayıncılık, 2008.
Selam ve dua ile...
Hapşıran Kişiye-yerhamükellah
Hapşıran Kişiye-yerhamükellah
Hapşıran bir Müslümanın "elhamdülillah" demesi, orada
bulunanların da hapşıran kişiye, "yerhamükellah / Allah sana rahmet etsin."
diyerek mukabelede bulunması, hapşıran kişinin de tekrar, "yehdînâ ve
yehdîkümullah / Allah (c.c.) bize ve size hidayet etsin." demesi, Peygamberimiz
(s.a.v.) Efendimizin sünnet-i seniyyesidir.
Eğer, olduğu yerde kalmış olsa, bir takım kalıcı dertlere sebep
olacak olan, dimağda toplanmış bulunan buharın hapşırarak çıkmasıyla, hapşıran
kişiye bir nimet ve fayda temin edilmiş olur. Vücutta, yeryüzünde meydana gelen
zelzele gibi bir sarsıntıdan sonra organların eski hâli gibi sağlıklı kalmış
olması üzerine hapşıran kişinin, Allah'a hamd etmesi yani, "elhamdülillah"
demesi, meşru kılınmıştır.(1) Aksırmanın insan sağlığına bu faydalarından
dolayıdır ki, Hatibin, İbn-i Ömer (r.a.) rivayetinde Peygamberimiz (s.a.v.)
Efendimiz:
"Aksıran yahut geğiren kişi 'elhamdülillahi alâ külli halin
minelhâl' derse, ondan en hafifi cüzzam olan yetmiş hastalık def edilir."
buyurmuşlardır.
Başka bir rivayette ise Hz. Ali (r.a.)'in, el-Edebü'l-Müfred'de
kaydedilen bir rivayeti ise şöyledir:
"Kim hapşırdığı zaman 'elhamdülillahi Rabbi'l-âlemine alâ külli
hâlin ma kâne' derse ebediyen ne kulak ne dil (ne de karın) ağrısı
çeker."(2)
Ayrıca insan hapşırınca birkaç saniyelik zaman dilimi içerisinde
kalbin atışı durur ve kalp bu esnada dinlenir. Bundan sonra kalp tekrar
çalışmaya başlar. İşte bu insanın ölüp de tekrar hayata dönmesi gibidir. Zira
hapşırma esnasında duran kalp tekrar çalışmayabilir. Cenâb-ı Hakk'ın insana
tekrar kalbin çalışması nimetini vermesi karşısında, "elhamdülillah" denir,
Cenâb-ı Hakk'a şükredilir.
Tıp mütehassıslarına göre, aksırmakla saniyenin onda biri kadar
bir zamanda gözlerimiz ve hava geçitlerimiz kapanarak, saatte 300-350 km hızla
85.000.000 bakteriyi bomba gibi havaya fırlatırız.
Araştırmalar aksırmanın nasıl meydana geldiğini anlayabilmek için
çok hızlı fotoğraf çeken makinelerde özel bir teknik kullanmış ve ancak
saniyenin 1/100.000'inde kareyi dondurarak istedikleri resimleri elde
edebilmişlerdir. Resimde görülen zerreciklerin çevresindeki sıvı tabaka buhar
olup uçar ve zerreler havada uçuşurlar. Bilim adamları, biri aksırdıktan yarım
saat sonra havada hâlâ 4.000 zerreciğin uçuştuğunu ortaya çıkarmışlardır. Bu
zerrecikler zararsız su tanecikleri veya cansız maddeler değildir. Aksıran bir
kimsenin karşısına bakterilerin çoğalmasına yardımcı olacak besin ortamı bulunan
bir tabaka yerleştirilerek tabakanın üzerindeki bakteriler sayıldığında, tek bir
damlanın 19.000 bakteri kolonisi meydana getirdiği müşahede edilmiştir. Tek bir
aksırık 85.000.000 bakteriyi çevreye saçabilmektir.
Hapşıran kişinin mikropları etrafa saçmaması ve grip gibi
hastalıkları yaymaması için, eliyle ya da bir mendil ya da elbisesiyle ağzını
kapaması sünnettir. Zira Ebu Hureyre (r.a.)'in bu husustaki bir rivayeti
şöyledir:
"Rasûlullah (s.a.v.) hapşırdığında elini veya elbisesini ağzına
koyar, sesini gizler veya hapşırmayı içinden yapardı." demişlerdir.
Fizyologlara göre mutlaka yapılması gereken bir hareket olan
aksırma, insanın şuurlu bir yardımı olmaksızın, şaşırtıcı bir mekanizma ile
gerçekleştirilmektedir. Çünkü aksırma ihtiyacı hissettiğimiz zaman aksırırsınız,
önüne geçemezsiniz. Vücudunuza bu mekanizma konulmamış olsaydı, bize rahatsızlık
veren pek çok zararlı maddelerden ve tozlardan kurtulmamız mümkün olmayacaktı.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki milyonlarca mikrop ve zararlı maddelerden
kurtulduğumuz için, aksırdıktan sonra Rabbimiz'e şükrediyor, "elhamdülillah"
diyoruz.
Hapşıran kişiye "çok yaşa" denilmesi caiz olsa da, sünnete uygun
olan ifadelerin kullanılması en doğru söyleyiştir.
Kaynaklar:
1. Zâdü'l-Mead, II/983.
2. Kütüb-ü Sitte, IX/426.
Sorularla İslamiyet.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)