Cilt 6
SEVGİLİ
PEYGAMBERİM
CİLT 6
Medine, Mekke'nin yol üstü; güzergâh...Mekke,
dış dünyaya Medine kapısından çıkıyor. Eğer medine Müslümanların eline geçerse;
Mekke boğazından sıkılan bir insan gibi olacak. O takdirde Mekke, Medine'nin
parmaklarını gevşettiği veya gevşetmediği nisbette yaşama şansına sahip veya
değil...Medine'de Müslüman sayısı günden güne çoğalıyor...Bu, aslında hesapta
olmayan bir neticedir. Önceleri fazlaca mühimsenmeyen bu netice, şimdi âni ve
beklenmedik gelişmelerle çok ciddi buudlar kazanmıştır. Evs ve Hazreç
kabilelerinin her ikisi birden İslâmiyeti tercih edince Medine bir bakıma bir
İslâm beldesi oldu; belde veya devlete giden başlangıç. İşte bu iki kabilenin
dini İslâmı kabulleri Mekke müşriklerini esaslı, şekilde ürküttü. Bu ürküntü ve
içten içe gelişen önü alınmaz korkular ile müminlere saldırıya geçtiler.
Varolup, olmama kavgasına girmiş gibiler...Şimdi hedefleri, Muhammedileri
Mekke'de muhasara altında tutarak İmha etmek...Eğer Mekke Müslümanları ile
Medine Müslümanları şöyle veya böyle bir yolla birleşirlerse...bu ihtimal
müşrikleri kudurtmuştur. O yüzden zulüm ve işkence öncekilerle mukayese
edilmeyecek çapta arttı...Hergün işkence, her saat işkence, her fırsatta eziyet
ve aşağılama...
Ne yapıyordu ki bu insanlar onlara? Hiçbir
şey. Suçları İslâmiyetin emrettiği gibi yaşamak. Buna tahammül edemiyorlar.
Farklı bir hayat, Mekke kafirlerine aykırı ve zıt geliyor. Fakat Allah'ın
hikmeti; Müşrikler, kötülük ettikçe Müslümanlar, azalmıyor; aksine, sayıları
günden güne artmakta. Habis ruhlu kâfirleri de hırstan kudurtan kendilerine göre
bu neticeydi...dayak, azap işkence hatta ölüm; buna rağmen insanlar, kendileri
gibi soyluları bırakıp O'na koşuyorlar...İnsanlar neye gidiyor, para vaadine mi,
mal vaadine mi, makam vaadine mi? İnsanlar, bilerek veya bilmeyerek
Resulullah'ın en üstün mucizesine koşuyorlar; herkes O'nun güzel ahlâkına
koşuyor. Öyle bir koşu ki nasibi olan herkes, kıyamete kadar O, sallallahü
aleyhi ve sellem'in güzel ahlâkına koşacak. Herkes koşacak; aklı olan herkes
koşacak.
Mazlumlarda dayanacak tâkat kalmadı. Bu
sebeple Efendimizden izin istiyorlar... Bir yolunu bulup bu şehirden hicret
etmek, azıcık nefes alacakları, azıcık hür yaşayacakları topraklara gitmek
istiyorlar. Hürriyete muhtaçlar... Kendilerine mahsus bir mavi göğe, "Özlemleri
bu; bu hür maviliğin altında kimse onlara sen suçlusun; gel hesap ver... Niçin
böyle inanıyorsun" demesin; diyemesin...dememeli,
Şüphesiz, müminlerin; bu büyük kahramanların
çektiklerinden en fazla üzüntü duyan o azabı tâ can evinde olanca hassasiyeti
ile yaşayan bizzat Sevgili Peygamberimizdir. Her işkence haberi, en üstün insan
ve en üstün Peygamberin nurlu kalbinde kimbilir hangi elemleri doğurmakta; hangi
kederlere yolaçmaktadır. O, acıları, belki o işkenceye maruz kalandan daha çok
hissetmekte. Buna hiç şüphe yok.
Buna rağmen hicret için müsaade isteyen
eshabına sabır tavsiye ediyorlar. Zira Mekke'nin terkine henüz izin çıkmamıştır.
Efendimiz, derin düşüncedeler. Şüphesiz bir büyük ve tarihi imtihan bu. O
seçilmişler seçilmişi aziz arkadaşları bu imtihandan geçiyorlar...
Habibullah, dau ve gözyaşındalar...
...Ve bir gün, büyük sevinçlerle eshab-ı
kiramın yanını gelerek müjdeyi bildirdiler:
-Yesrib/ Medine'ye gideceksin. Mekke'den
ayrıldıktan sonra hicret edeceğiniz memleket iki kara taşlık arasında olan
hurmalık Medine şehridir. Medine'ye hicret ediniz. Ahllahü teâlâ Medineli
Müslümanlarla sizi kardeş yaptı. Onlarla birleşiniz. Yesrib, siz kalbi
yaralılara emniyet ve huzur beldesi olacaktır.
....
Yüzlerde bir buruk sevinç ışıdı...Hüzün ve
sevinç iç içe geçmişti. Şu zalimlerden kurtulmak büyük nimet olacaktı ama;
eshab-ı kiram şimdi, doğdukları, büyüdükleri toprakları öylece bırakıp başka
yerlere gideceklerdi. Oysa bu topraklarda onların izleri, hâtıraları
hayatlarından parçalar vardı. Bazıları geride inkârda ısrarlı anne, bacı,
kardeş, baba gibi en yakınlarını bırakıyordu. Veya yakınken uzaklaşmış olanları.
Ah n'olurdu onlar da ebedi saadeti tadabilselerdi? Fakat bunların hepsinden çok
daha acı olan Resulullah'dan ayrılmak...
...Sevgili Peygamberimiz, dikkatli olmalarını,
kâfirleri şüphelendirecek hareketlerden uzak durmalarını, küçük topluluklar
halinde ve gizlice göçmelerini bilhassa tavsiye buyurdular...
Müminler, büyük Peygamberin tavsiyelerine
aynen sâdıklar. Tenha vakitleri ve tenha yerleri tercih ederek canlarını
Medine'ye; kardeşlerinin yanına atıyorlar. İlk hicret eden; yani ilk muhacir,
Ebu Seleme. Ebu Seleme, radıyallahü anh, daha evvel de, artık, müminlere gurbet
olan Mekke'yi terketmek istemiş; fakat yakalanmıştı. Hanımı ile oğlunu O'ndan
zorla koparmış; kendisine de olmadık kötülüğü reva görmüşlerdi. O yüzden bu
topraklara ilk veda eden, bu toprağın küskünü; vatanda gurbet hüznünü tadan; ne
tadması? hücrelerine kadar yaşayan Hazreti Ebu Seleme...
Ve ardından kafile kafile muhacir, gece
karanlıklarında Mekke dışına sızmaya bakıyor. Mü'minler, öbek öbek insan düşmanı
insanlardan kaçıyor..
Müşrikler, vaziyeti farkettiler. Bazı
muhacirleri yakalayıp hepse attılar, beklenmedik yerlerde bazı kafilelerin önüne
çıkarak hanımları kocalarından, çocukları analarından ayırdılar; zulümlerine
zulümler eklendi... fakat göç seli durmadı. Hürriyete susamış olanlar, ne yapıp
ettiler ve sonunda insanca yaşama şartlarına koştular.
Korkaklar zalim olur; zalimler, her nevi
işkenceyi yapıyor ama bir iç harp korkusuyla müminleri bundan böyle şehid
edemiyorlar...Yalnız bir kafileye ilişemediler. Kahroldular, mahvoldular,
dövündüler, dişlerini öğüttüler ama ses çıkaramadılar.
Hazreti Ömer, radıyallahü anh, belinde kılıcı,
üstünde ok ve yayı olduğu halde işte Kâbe-i Şerifi tavaf ediyor. Etrafta
kalabalık bir müşrik cemaati var. O'na bakıyorlar. Büyük Müslüman, üzerine
dikili nefret dolu bakışlara aldırış etmiyor. Huşu içinde ibadetini yapıyor.
Kâbenin etrafında yedi defa dönüp duasını yaptıktan sonra kâfirlere
dönüyor:
-İşte ben de gidiyorum! Dinimin hatırı için ve
Allah rızası uğruna ben de Mekke'den vazgeçerek Medine'ye hicret ediyorum.
Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen kahraman
varsa yoluma çıkabilir...
İslâm düşmanları, kendilerine meydan okuyan bu
arslan karşısında gıklarını çıkaramadılar. O'nun dediklerinde tam kararlı olduğu
ve önüne çıkanın bu cür'eti hayatı ile ödeyeceği öylesine belliydi ki....bu
yüzden Hazreti Ömer ve yanındaki yirmi kişi Mekke'den Medine'ye en rahat göçen
insanlar oldu.
.....
Suheyb bin Sinan, Mekke'nin zenginlerinden. O
da mümin...birgün Talha bin Ubeydullah'ı da yanına alarak bir fırsatını bulup
Medine yoluna düştüler; fakat,Allah'a şirk/ortak koşanlar, ıssız bir yerde
yollarına çıkarak onları durdurdular...
-Durun bakalım...Nereye?
-Gidiyoruz...
-Medine'ye!
-Evet, Medine'ye gidiyoruz..
-Gidemezsiniz.
-Sebep?
-Şimdi kendiniz gider, yarın servetinizi de
çıkartırsınız..
Servet, mal, mülk kimin gözünde? Müminler için
tek gaye var: Kâfirlerin elinden kurtulmak. Süheyb hazretleri önlerine çıkan
eşkiyanın zaafını anlamıştı. Onlara "hayır" diyemiyecekleri beklenmedik bir
teklifte bulundu:
-Peki bütün servetimi, hatta Mekke'deki
alacaklarımı size versem bizi görmemiş olur musunuz?
Adamların dili tutulacaktı...Muazam bir servet
onların oluyordu. Şaşırmışlardı... kılıçlarını yere indirdiler. Sahi mi söylüyor
gibisine önce birbirlerine sonra Süheyb, radıyallahü anhın, yüzüne
baktılar...
-Doğru mu diyorsun ya Süheyb?
-Evet, bize ilişmeyin bütün varlığım ve
alacaklarım sizin olsun...
-Öyleyse çabuk kaybolun; biz sizi
görmedik...
.....
Peygamberimiz, hadiseyi işitince aynı sözü iki
kere tekrarladılar:
-Süheyb kazandı!.. Süheyb
kazandı...
Ne güzel bir haber...
.....
İnsanlar gidiyor...
Gece karanlığında, gün ortasında, seher
vaktinde elegeçen her fırsatta gidiyorlar...
...gittiler, gittiler, gittiler.
Herkes gitti...
Hazreti Ali,
Hazreti Ebu Bekr,
ve
Hazreti Peygamberden başka nerede ise kimse
kalmadı.
Mekke müminden tamamen boşalmak; Medine
taçlanmak üzere.
Az kaldı; Medine'nin taclanmasına az
kaldı..
Efendimiz, "gidiniz" dediler; herkes
gitti...
Hazreti Ebu Bekr; büyük dost...Allah'ın
Resulüne soruyor:
-Ben de gidebilir miyim?
Efendimiz, aziz dostu yanlarından ayırmak
istemiyorlar:
-Sabret. Öyle ümid ediyorum ki Allahü Teâlâ
bana da müsaade edecektir. O vakit birlikte hicret ederiz,
buyurdular...
Peygamber âşığı Ebu Bekr radıyallahü anh'ı
bundan daha fazla sevindirecek bir haber tasavvur etmek mümkün mü? Sevinçten
yüzü coşkun aydınlıklarla doldu:
-Ah, ne diyorsun ey Allah'ın Resulü? Anam
babam uğruna feda olsun. Bu mümkün mü?
Peygamberimiz, aziz arkadaşını daha
yüreklendiriyor.
-Evet; mümkün...
Hazreti Ebu Bekr, deve pazarına giderek tanesi
dörtyüz dirhemden iki güzel deve satın alarak ahıra çektirdi. Maksadı izin
gelince vakit kaybetmeden hemen yola çıkabilmek şimdi gözünde hem hicretin hem
de Resulullahla birlikte gitmenin hasreti tütüyor. Bu hasretle dolu olduğu
gecelerden birinde bir rüya gördü:
...ay gökten yere inmiş, Mekke'ye yakın bir
noktada ışık saçıp duruyor. Ümmülkur'a sahrası onun nurundan gündüz gibi
aydınlık...derken ay göğe çıkıyor ama tekrar yere iniyor; fakat bu defa
Medine'ye iniyor. binlerce yıldız da onunla beraber Medine'ye iniyor. Şehir
apaydınlık. Bir zaman sonra ay ve yıldızlar yine göğe çıkıyor ve oradan bir daha
Mekke'ye konuyorlar. Mekke pırıl pırıl. Ne varki dörtyüze yakın ev bu
aydınlıktan nasiplenemiyor; onlar karanlıklar içinde...Ay ondördüncü gecedeki
gibi Mekke'nin etrafını dolaştıktan sonra Medine'ye yöneliyor. Bu şehirde
Hazreti Aişe'nin evi önüne gelip kapıdan giriyor ve sonra toprağa süzülerek
kaybolup gidiyor...
Hazreti Ebu Bekr, "Hayırdır inşaallah" diyerek
derin uykudan sıçradı.. Rüya kendisine, nedense çok tesir etmişti...Bir zaman
gözyaşlarını tutamadı; öylesine ağlıyordu. Sabah olunca meşhur bir rüya
tabircisine gitti.... Adam, Hazreti Ebu Bekr'i ilgiyle dinledikten sonra
anlattı:
-Ay, Peygamber, yıldızlar eshabıdır.
Yıldızlar, Hazreti Peygamberle birlikte Medineye hicret etmekte fakat tekrar
Mekke'ye dönmekteler. Bu, Mekke'nin Müslümanlar tarafından fethedileceğine
işarettir. Ayın Aişe'nin kapısına gelmesi Ebül Kasım'ın O'nunla evleneceğine,
yere süzülmesi ise Medine'de vefat edeceğine delalet etmektedir. Karanlıklar
içindeki dörtyüz evin mânâsı ise zaten açık.
Mekke'den Medine'ye göç, şu iki kelimenin
tarih içinde ifadesini bulmasına ve bu kelimelerin unutulmaz bir mânâ ve şeref
kazanmalarına sebep oldu:
Muhacirîn...
Ensar...
Muhacirin: Vatanlarını Allah ve Resulullah
için terkederek Mekke'den Medine'ye hicret eden müminler.
Ensar: Kardeşlerine kollarını açarak, o
müminleri bağırlarına basıp acılarını paylaşan Medineli
Müslümanlar...
Şimdi, Mekke müşrikleri tedirgin olmaya
başlamışlardı; uykuları kaçıyordu. Hemen hemen bütün Muhammediler bir yolunu
bulup Medine'ye geçmişti. Ne hapis, ne dayak, ne sevenleri birbirlerinden ayırma
onları durduramamıştı. Gelen haberlere nazaran Medineli Müslümanlar, onları
sevinçle karşılıyorlardı. Ya şimdi Peygamber de Medine'ye hicret eder ve bir
kuvvet haline gelen Müslümanların başına geçerek Mekke'nin üstüne yürürse?
Önünde sonunda olacak da budur. Müslümanlar, Medine'de bir kuvvet haline
gelmiştir. Bu kuvvet, birgün elbette teşkilatlanacak ve yapılanların hesabını
soracaktır.
....
Mü'minlerin mes'elelerini görüşüp fikir
birliğine vardıkları istişare meclisleri olduğu gibi Mekkeli kâfirlerin du
kurultaylarını yaptıkları bir yer var. Kusayy İbni Hakim'in evi; Darun
Nedve.
Peygamberin Medinedeki Ensar ve Muhacirîn
kuvvetlerinin başına geçme ihtimali Medine için fevkalade tehlike arzetmektedir.
Bu yüzden Ebu Cehil başta olmak üzere Meysere Bin Haccac, Münebbih Bin Haccac,
Nadr İbnil Hâris, Ukbe Bin Ebi Muayt ve diğer Kâfir büyükleri Darün Nedve'de
toplanmış alınacak tedbirleri münakaşa ediyorlar...
Konuşmalar hararetli şekilde sürerken kapı
açıldı ve içeriye Necdli bir ihtiyar kılığında İblis girdi:
-"Hah", dedi, öncekiler, "işte tecrübesinden
faydalanacağımız bir pîri fani"
İblis, sırıttı. Bilmez bir saflıkla ve sanki
oraya tesadüfen girmiş gibi sordu:
-Müşgiliniz nedir? Neyi
tartışıyorsunuz?
....
Kâfirler, mes'eleyi ve muhtemel neticelerini,
her birinin düşündüğü çareyi anlattılar. İblis, bunlardan ilk defa haberdar
oluyormuş da düşünecek zaman kazanıyormuş gibi sahte bir filozof tavrı ile
sakalını sıvazladı ve sesine inandırıcı bir ton vermeye çalışarak müthiş
telkinini yaptı:
-Iıı. Bunların hiç biri çare değil. Zira
O'ndaki güler yüz ve tatlı dil, her tedbiri boşa çıkarır. İşi kökten
halletmelisiniz!
Ebu Cehil, îmayı derhal anladı. Kendisi de
aynı fikirdeydi. Hazır böyle bir destek bulmuşken arkadaşlarını da bu fikre razı
etmek için mantığının bütün imkânlarını seferber etmeliydi.
-Öyle anlıyorum ki ey ihtiyar, O'nu öldürünüz;
başka tercihiniz yoktur diyorsun öyle mi...
-Evet, tutacağınız başka hiç bir yolla
Muhammedden kurtulamazsınız..
Ebu Cehil kurultaydakilere döndü:
-Dinlediniz!.. Necdli zat "öldürün" diyor. Ya
öldüreceğiz ya öleceğiz. Eğer biz, O'nu öldürmezsek, sonumuzun uzak olmadığı
kanaatindeyim. Bunu böyle bilin.
Kaşlar çatılmış, yüzler gerilmiş, bakışlar
donuklaşmıştı. Bir kıvılcımla tutuşacak hale gelmişlerdi.
...Ve Ebu Cehil; bu katmerli kâfir, emri
vakiyi kabul ettirdi.
-Bu gece evinin etrafını saralım. Her
kabilenin en iyi kılıç kullananı oraya gelsin. Yarın sabah dışarı çıktığı zaman,
o, iyi kılıç çekenler, hemen üzerine hücum etsin ve muhtelif kılıç darbeleri ile
öldürülsün...dedi ve sesini yumuşattı. Böylece kimin katlettiği belli
olmayacağından akrabaları mecburen kısas yerine diyete razı olurlar. Biz de kan
bedelini vererek bu büyük dertten kurtulmuş oluruz.
İblis, fikre bayıldı. Çünkü aslında teklifin
özü kendisine aitti...ve nice zamandır böyle bir ânı beklemişti.
Putperestler, derhal Mekke'nin en gözüpek
cengâverlerini bularak o gece mubarek evin etrafını sardılar. Maksatları, Ebül
Kasım, bir yere kıpırdamasın ki sabah emellerine nail olalar...tabi gafiller
bilmiyorlarki yüce Allah, izin vermedikçe hiç bir şeyin vukuu mümkün değildir.
Cenab-ı Hak,kâinatı uğruna yarattığı aziz Sevgiliyi, kâfirlerin elinde kim
vurduya getirecek!... Buna imkân varmı? Necdli libasına bürünmüş lanetli şeytan
da, küfürde inatlı anlı şanlı Mekke asilzadeleri de bu ince noktayı muhakeme
edemiyorlar. Zaten bunu kavrayabilseler her şey bitecek. Bu basirete malik
olabilseler geriye ne kalır ki...ahmaklıkları zekâlarını örtmüş.
.....
O akşam, Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam,
Peygamberimizin saadethanelerine gelerek ayeti kerime getirdi. Darün Nedve'de
alınan karar, bütün tafsilatı ile Resulullaha haber verildikten sonra o gece
evinde uyumaması isteniyor ve ertesi gün de hicret etmesi
bildiriliyordu.
Emri ilahi üzerine Peygamberimiz, Hazreti
Ali'ye:
-Ya Ali! izin geldi. Ben de hicret edeceğim.
Medine'ye gidiyorum. Bu gece yatağımda sen yatacaksın. Örtüme sarın ve uyu;
hatırına hiç bir şey gelmesin. Hiç korkma. Mekkelilerin bana bıraktıkları
emanetleri yarın sahiplerine teslim edersin. İnşaallah Medine'de
buluşuruz.
Dedi ve Yasin Sure-i Şerifesinin baştan oy
ayeti kerimesini okuya okuya kapıya geldi; açtı, yerden bir avuç toprak alarak
kâfirlerin üzerine saçtı ve onların bakan, ama görmeyen gözleri önünde çıkıp
gitti...Bu topraktan kimin üstüne düştü ise daha sonra Bedir cenginde O'nun canı
cehennemi boyladı.
/Yâsîn. O, hikmet dolu Kur'ân'a andolsun ki
sen, hiç şüphesiz insanlara gönderilen Peygamberlerdensin! Dosdoğru bir
yoldasın. Bu Kur'an da kudretiyle her şeye üstün gelen, rahmetiyle herkesi
esirgeyen Allah'ın indirdiği bir kitabdır ki; ataları azabla korkutulmuş, bu
yüzden; gaflet içinde kalmış olan bir kavmi korkutman için sana
indirilmiştir.
And olsun ki bunların çoğuna o azap sözü hak
olmuştur. Artık bunlar iman etmezler. Gerçekten, biz, onların boyunlarına bu
kağılar geçirdik ki bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Şimdi onlar, kafaları
ve burunları yukarı kaldırılmış bir haldedirler. Biz, onların önlerinden bir
sed, arkalarından da bir sed çektik. Onları öylece bıraktık artık
görmezler./
Mekke müşrikleri hane-i saadetin önünde
böylece saatlerce beklerken birisi ortaya çıktı ve "siz ne bekliyorsunuz" dedi.
Onlar sebebini söyleyince o adam:
-Bana kalırsa beklediğiniz şahıs içerde değil,
şu evdeki sakinliği görmüyor musunuz?
Deyince İslâm, Allah ve Resulullah düşmanları
bu hesap dışı lafa sinirlenerek yalın kılıç kapıya yüklenip içeri doldular.
Baskın üzerine zaten tetikte uyuyan Hazreti Ali, Efendimizin yatağından
fırlayarak edepsizlerin karşısına dikildi...karşılarında bir arslan heybetiyle
duruyordu.
Bir tarafta elleri kılıçla Mekke Kâfirleri;
aradıklarını kaçırmış, planları altüst olmuş insanlar, diğer tarafta tek başına
onlara karşı koyan Hazreti Ali...Gerginlik en zirve noktada. Azgınlar, Allahın
arslanını tartaklamak istiyor:
-Ebûl
Kasım nerede, nereye gitti, nereye saklandı; çabuk
söyle!!!
Hazreti Ali soğukkanlı...
-Bilmiyorum. Siz bana böyle bir vazife mi
vermiştiniz...
Hırstan kuduran zorbalar, Ali, radıyallahü
anh, efendimizi gözaltına aldılar...
....
O gece Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselam ile
Mikail aleyhisselama sordu:
-Hanginiz hayatını diğeri uğruna feda
edersiniz?
İki büyük melek suali samimiyetle
cevaplandırdılar:
-Ya Rabbi hiç birimiz hayatımızı diğerine
bağışlamayız...
Allahü teâlâ buyurdu ki:
-Halbuki Ali, öyle yapmadı. O, Peygamberinin
hayatını kendi hayatından aziz tuttu. Şimdi zordadır; yardımına
koşunuz...
Hakikaten, Sevgili Peygamberimiz "Ya Ali.
Yatağımda yat. Ben hicret edeceğim; gitme zamanım geldi" anlamında talimat
verince, Hazreti Ali, her türlü korku hissine yabancı olarak denileni yaptı.
Çünkü O, Peygamber uğruna ölmenin yaşamanın ana gayesi olduğuna tam iman
etmişti. Hal böyle olunca kim, müşrikin kılıcından, hapsinden tehdidinden
korkar... Nezarette bir mikdar kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Serbest kalır
kalmaz da Efendimize bırakılan emanetleri sahiplerine götürdü. İşte bu ahlâk
İslâmiyeti yüzyıllardan yüzyıllara taşıdı. O'na iman etmiyorlar; ama, mallarını
emanet edecek tek insan olarak yine Muhammedül Emin'i görüyorlar. O üstün ahlak
sahibi Peygamberin ise en zor ânında ilk hatırladığı şey emanetler. "Ya Ali
emanetleri sahiplerine ulaştır!" Ve gerçekten Hazreti Ali serbest kalınca bir
yolunu bulup kaçma yerine bu defa kendisine emanet edilmiş olan malları
sahiplerine götürüyor...Bu ahlâkı, hangi kılıç yenebilir? Emanete titizlenen, en
olmadık bir vakitte bile emaneti unutmayan görülmemiş bir üstün
ahlâk.
Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde
saklandıktan sonra ertesi gün ıssız bir ânda sevgili arkadaşının evine doğru
geliyor. Vakit öğlen...
Birisi Hazreti Ebu Bekr'e haber
veriyor:
-Ebûl Kasım size geliyor. Haberiniz
olsun...
Ebu Bekr, radıyallahü anh, hayrette kalıyor ve
mırıldanıyor;
-Sevdiklerim yoluna feda olsun; acaba niçin bu
öğlen vaktinde teşrif buyuruyorlar.
Zira; Efendimizin âdetleri, Ebu Bekr'in evine
sabah veya akşam uğramak. Bu güne kadar hep böyle olmuş...Herhalde mühim bir şey
var ki âdetlerini bozmuşlar.
Hazreti Ebu Bekr, kapıya fırlıyor:
-Buyur ey Allahın Resulü. Buyur. Hoşgeldin,
şeref verdin.
-Yabancı kimse var mı?
-Hayır ya Resulallah...
....
İçeri girdiler.
Fahri kâinat apaydınlık bir ifade ile müjdeyi
bildirdiler:
-Rabbimden haber geldi; hicret
edeceğim.
Sâdık dost, heyecanlandı;
-Ayağının tozları başıma tac, gözüme sürme
olsun ey Allah'ın Sevgilisi,ben; bana da izin var mı?
Tebessüm buyurarak yumuşacık
cevaplandırdılar:
-Evet.
....
Ebu Bekr-i Sıddık sevinç ve heyecandan ağladı
ve:
-Ya Resulallah, develer hazır, dedi.
İstediğini alabilirsin.
Peygamberimiz:
-Bana ait olmayan deveye binmem...
Hicretin bütün nimetlerine kavuşmak için
kendilerini taşıyacak bineğin parasını vermek istiyorlardı.Bu
sebeple:
-Bedelini kabul etmeni rica edeceğim.
dediler.
Tam teslimiyet sahibi büyük insan ne
diyebilir?:
-Nasıl emrederseniz. Yeter ki mubarek gönlünüz
hoşnud olsun.
....
Evi bir ânda bir heyecandır doldurdu...İşte
yol azığı hazırlanıyor: Et, ekmek ve yola dayanıklı yiyeceklerden bir çıkın...
Hatta Ebu Bekr'i Sıddık'ın kızlarından Esma, çıkının ağzını bağlamak için bir
ânda belinden kuşağını çıkartıp ortadan ikiye yardıktan sonra bir parçasını
tekrar beline bağladı; ikinci parça ile çıkının ağzını sıkı sıkıya sardı. Bu
güzel günün ve bu güzel tezcanlılığın hâtırasına Esma radıyallahü anh'ın ismi o
günden sonra "Çifte Kuşaklı Esma" oldu...Bir küçük bez parçası ile gönüller
fethetmişti. Hem de son Peygamberin gönlünü...Ana zamanlama ne kadar isabetli,
ne kadar denk.
....
....daha sonra Abdullah bin Üreyket'i
çağırdılar. Meşhur bir kılavuz olan bu şahsın, gayrımüslim olmasına rağmen
meslekî terbiyesinden dolayı sır verme ihtimali yoktu. Ücret üzerinde anlaşmaya
varıldıktan sonra her iki deveyi üç gün sonra Sevr mağarasına getirmesi
hususunda talimat verilerek yollandı...
Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde
saklandıktan sonra ertesi gün ıssız birânda sevgili arkadaşının evine doğru
geliyor. Vakit öğlen...
Bilahare Hazreti Ebu Bekr'in çobanı Âmr bin
Fehr'e güneş çekilince sürüyü otlatarak Sevr'e doğru getirmesi tenbih edildi ki
koyunların sütünden yararlanalar.
Ebu Bekr'in oğlu Abdullah'ın vazifesi ise
bilgi toplamak. Gündüz, müşriklerin arasında dolaşarak, konuşmalara kulak
kabartacak; akşam olunca bunları mağaraya gizlenmiş olan Sevgili
Peygamberimizle, babasına getirecek.
Bütün bu tedbirlerden başka Hazreti Ebu Bekr,
yanına beşbin dirhem de para aldı. Safer ayının yirmiyedinci Pazartesi gecesi
evin arka penceresinden çıkarak Sevr mağarasına yöneldiler. Sanki ayak
parmakları üzerinde yürüyorlardı. Bazan da Ebu Bekr, ileri geri, sağ sola
gidiyordu. İzler, takipçileri şaşırtsın; nereye gittikleri belli olmasın,
diye.
....
Gözü dönmüş kâfirler, Peygamber Efendimiz
yerine Hazreti Ali'yi bulunca her tarafı didik didik aramaya
başladılar...ellerinden gelse kuş uçurtmayacaklar.Çünkü korkuyorlar; hem de çok
korkuyorlar. Ya ellerinden kurtulur da Medine'yi arkasına alarak kendilerinden,
yaptıklarının hesabını sorarsa?
....
Bu korkunun sevki ile girip çıkmadıkları yer
kalmadı. Hazreti Ebu Bekr'in evine de geldiler. Kapıyı
yumrukluyorlar:
-Ya Eba Bekr! Ya Eba Bekr! Peygamberin nerede?
Ya Eba Bekr Peygamberin nerede?
Sese Esma, radıyallahü anha, geldi. Kapıyı
açtı. Müşriklerin karşısında dimdik. "Ne istiyorsunuz?" Dercesine onlara
bakıyor. Vakur ve heybetli. Soruyor:
-Efendim?
Müşrikler, Eba Ber efendimizi bulacakları
zannı ile gelmişler; başka bir sürpizle sarşılaşıyorlardı. Şimdi Ebu Bekr de
yoktu. Hakaret edercesine sordular:
-Baban nerede?
Sualin üzerinden kurşun gibi ağır bir-iki
saniye geçti:
-Bilmiyorum.
der demez Esmacığın gül yüzüne şiddetli bir
tokat ve sert tokatın sarsması ile küpesi yere uçtu...
.....
Vaziyet anlaşılmıştı. Ebül Kasım, Ebu Bekr'i
de alarak gitmişti. İz takibinde şöhretli Ebu Kürz'ü buldular. Bir kâfir
konuşuyor:
-Ya Eba Kürz. Muhammedle Eba Bekr
kaçmışlar!
Diğeri lafı kaptı.
-İstikbal iyi görünmüyor. Onları mutlaka bulup
geri getirmemiz lâzım.
Üçüncü müşrik diş gıcırdattı:
-Ne getirmesi! Gördüğümüz yerde işlerini
bitireceğiz.
Ebu Kürz, kafasından boca edilen bu haberlerle
aptallaşmıştı. Bir ona bir diğerine bakıyordu.
Azgın bir müşrik, hançeresini yırtarcasına Ebu
Kürz'e bağırdı:
-Bre ahmak ne duruyorsun
kımıldasana!
-He, he, hemen. Hemen yola çıkalım,
haydi...
Sevr mağarasına yaklaştıklarında
Peygamberimizin nalini parçalanmış mubarek ayağı kanıyordu. Hazreti Ebu Bekr,
Kâinatın Sultanını sırtına alarak mağaranın kapısına kadar getirdi.
Ay, her tarafı gündüz gibi
aydınlatıyordu.
Aziz dost, Efendimizden müsaade rica ederek
mağaraya önce kendisi girdi. Maksadı, yılan, çiyan gibi haşerat varsa onları
zararsız hale getirmekti.
Mağaranın içinde her hangi bir haşerat
görünmemekle beraber duvarlarda yılan delikleri vardı. Ebu Bekr, radıyallahü
anh, gayet pahalı bir kumaştan dikilmiş olan gömleğini hemen üstünden çıkartıp
parçalayarak bu delikleri tıkamaya başladı. Az sonra bütün delikleri tıkamış
fakat yere yakın noktadaki birine çaput yetmemişti.
Bu son deliği de ayak tabanı ile kapattıktan
sonra Resulullahı içeriye davet etti. Çok yorgun düşmüş olan Sevgili
Peygamberimiz, arkadaşının dizine başını koyarak uyumaya başladı. Serveri âlem
böylece uyurken bir nice zamandır Peygamberimizi görme arzusuyla bu mağarada
bekleyen bir yılan, dışarıya çıkacak başka hiçbir delik bulamayınca içeriden
Hazreti Ebu Bekr'in ayağını soktu. Ebu Bekr'in canı öylesine yandı ki kendini ne
kadar sıktıysa da zehirin etkisinden göz yaşlarını tutamadı. Gayri ihtiyari akan
damlalardan bir ikisi de Efendimizin mubarek yüzünü ıslattı....hemen uyandılar
ve yarı-ı ğara/mağara arkadaşına niçin ağladığını sordular.
-Yılan dedi, Hazreti Ebu Bekr, ayağımı yılan
soktu ya Resulallah...
Sevgili Peygamberimiz, yaraya mubarek
tükrüklerinden birazcık sürdüler; acı derhal dindi.
.....
Bu esnada Ebu Kürz ve peşindeki müşrik gurubu
Sevr'e çıkan izleri tesbit etmiş geliyorlardı...
-Ey Ebu Kürz nerde kaldı senin hünerin? Hâlâ
bulamadık.
-Yanılıyor olmayasın. Bu izlerin yeni
olduğundan emin misin?
-Şüpheniz mi var?
-Eminsin yani.
-Evet, eminim. İşte bakın mağaraya doğru
çıkıyor. Yukarı tırmanıyoruz. Takip edin beni. Ben, demedim mi, "kimse elimden
kurtulamaz" diye.
.....
Mekke müşrikleri, Resulullah'la arkadaşı Ebu
Bekr'in saklandıkaları Sevr mağarasına tehlikeli şekilde yaklaşırken Vahiy
Meleği Cebrail aleyhisselam, Allahü Teâlâ'ya bir dileğini sundu:
-Ya İlâhî. Şayet müsaade buyurursan mağaranın
ağzını kunutlarımla kapatmak istiyorum. Düşmanları Habibinle Ebubekr'e iyice
yaklaştılar.
Rabbimizden nida geldi ki:
-Ya Cebrail! Saklamak/settarlık bana
mahsusdur. Ben, sevdiklerimi küçücük bir örümcekle düşmanlarının gözünden
saklayacağım.
.....
Mağara ağzına gelen bir örümcek, çok kısa bir
zamanda kapıyı ağları ile tamamen örttü. Sonra bir güvercin, bu ağlara hemen bir
yuva yaptı; yuvaya yumurtladı ve üzerine yattı. Ve kapının önünde âniden
"Mugilan" isminde bir ağaç yükseldi...
...derken, Allah düşmanları, yirmi metre kadar
yaklaştıklarında sesleri işitilmeye başlandı...
-İşte aradıklarınız bu mağarada olmalı. Daha
öteye gidemezler.
-Aferin Ebu Kürz. Sözlerin doğru çıkarsa
mükafatı fazlası ile hakettin demektir. Ama orada da yoklarsa.
-Canım ne yapayım. Ben saklamadım
ya...
Sesler yaklaşıyordu.
.....
İkinin ikincisi çok üzüldü ve göz yaşlarını
zaptedemez oldu.
-Niçin ağlıyorsun kardeşim?
-Ya Resulallah, korkum kendim için değil.
Şayet hazretinize bir zarar gelirse İslâm dîni mahvolur. Bu müteesser
oluyorum.
Efendimiz Sıddık'ı tesseli
buyurdular.
-Hayır, üzülme. Allahü teâlâ bizimle
beraberdir.
-İşte mağaranın ağzına dayandılar; eğilseler
bizi görecekler...
En kritik ân. Ancak, tevekkülde de zirve
nokta. Peygamberimiz Rabbinin himayesinden en ufak bir ümidsizliğe düşmeden
arkadaşına cesaret telkin ediyor. İşte tarihe altın harflerle geçen unutulmaz
cümle:
-Üçüncüsü Allah olan iki dosta kimse zarar
veremez..
Ebu Kürz Bin Alkame, şaşkın ve neş'esi kaçmış
halde konuşuyor:
-İzler buraya kadar...Ya yere girdiler; ya
göğe uçtular. Garip; çok garip!...
-Ee, belki içerdelir...diye fikir
yürütenlere
Ümeyye bin Halef,cevap verdi:
-Dediğin söze bak! Güvercin, biz yaklaşırken
uçtu. Yumurtaları da yuvada sapasağlam. Bu örümcek ağı, belki Ebul Kasım'ın
doğumundan evvel bile vardı. Şayet mağaraya girmiş olsalardı ağ bozulmuş,
yumurtalar yere düşmüş olurdu...
...Bunlar cereyan ederken insan gözünün
ötesinde de bir mücadele oluyordu. İblis, kâfirlere yardım etmek isteyince,
Cebrail, kanadı ile O4na öy le bir darbe indirdi ki yerin dibini boyladı. Son
nefeste, Şeytan, mü'münin kalbinden imanı almak isterken de benzeri akıbete
uğrayacaktır. İşte o akıbeti önce burada tattı...
.....
-Hadi hadi! Bırakın şimdi ağı, kuşu,
yumurtayı. Ebul Kürz biz de sin bir adam bilirdik....
-Neyim ya?
-Adam olsan izlerini bulurdun.
-Ne yapayım? İzler buraya kadar...
-Kolundan tutarsam aşağı fırlatırım seni Ebu
Kürz sus bari...
.....
Ayaklarının altında yuvarlanan taşlarla
birlikte çekip gittiler...
Kâfirlerin bütün ümidleri kırılsın ve
aramaktan vazgeçsinler diye mağarada üç gün üç gece kaldılar. Abdullah, tanbih
edildiği gibi gündüz Mekke kâfirlerinin arasına girip çıkarak bilgi topluyor;
akşamları gelip bunları haber veriyordu. Hazreti Ebu Bekr'in çobanı da sürüyü
otlata otlata akşamdan sonra mağaraya yaklaşıyor ve koyunlardan süt sağarak iki
mağara arkadaşına ikram ediyordu. Sütü çöl güneşinde kavrulmuş taşların
çukurunda ısıtıyorlar...
.....
Ve iki seçilmişin ikincisine Efendimizin ince
İslâmi bilgileri talim ettirmeleri... Ebu Bekr, diz üstünde; dil damakta; Yüce
Allah zikredililyor.
....
Mağaradan sağ salim çıkabilecekleri kanaati
hasıl olunca, Efendimizin talimatı ile amir Bin Fuhre ve Abdullah bin Üreyket
develeri getirdiler. Bir deveye bu ikisi binerek yol göstermek için öne
düştüler; diğerine de Peygamberimiz bindi ve terkisine Hazreti Ebu bekr'i
aldı...
Mekke kapır kıpır. Herkes aynı şeyi
konuşuyor.
-Hiç bir yerde bulamamışlar.
-Hayret. İzler Sevr mağarasına kadar gidip
kayboluyormuş..
-Herhalde Muhammedin sihirlerinden
biridir..
-Ebu Kürz bin Alkame de bulamadğına göre;
başka izahı olamaz.
-Ebu Kürz tazı gibidir. Müthiş iz sürer ama bu
defa hiç bir şey yapamamış.
-Bu yüzden bizimkiler bayağı
tartaklamışlar.
-Eh ne yaparsın. Herkesin canı burnunda. Şu
gelen Ebu Cehil değil mi?
-Evet o; hâlâ mağrur...
-Merhaba, kolay gelsin...
-Buyur ya eba Cehil, şöyle gel. Meclisimiz
şenlensin..
-Ağzımızda tad mı kaldı ki şenlik olsun. Bir
cemiyet altüst oldu...
Şimdi de bulunamıyor. Fakat
bulunacak.
-Çok eminsin.
-Çünkü bugün yeni bir karar aldık. Bulana yüz
deve ilaveten mal ve para verilecek.
-Ooo, büyük servet...
.....
Muhterem ve muhteşem yolcular, gece boyunca
dağ yolundan gittiler. Hacfe denilen yerde sahile indiler. Artık müşrik
tehlikesi kalmamıştı...
Şimdi, çocukluk, gençlik, olgunluk yıllarının
geçtiği; bin türlü hatıranın yetiştiği bir vatan arkada bırakılarak yeni
ufuklara, yeni yurdlara doğru gidiyorlardı...
Sevgili Peygamberimiz, Mekke, iştiyakı ile
derinden bir "ah" çektiler.
-Ey Mekke! Vallahi sen, Allahü teâlânın
yarattığı yerlerin en hayırlısı; indi ilahide en sevgili şehirsin. Eğer beni
senden zorla çıkarmasalardı; imkânı yok ayrılmazdık. Benim için en güzel, en
makbul vatan sensin. İnsan, hiç kendi iradesiyle senden ayrılıp yeni yurdlar
edinir mi? Ah Mekke, ah güzel belde...
Cebrail aleyhisselam geldi...
-Ya Resulallah Mekke'yi mi özledin?
-Evet..
Vahiy Meleği, Mekke'nin İslâm orduları
tarafından fethedileceğine dair Kasas Suresi seksenbeşinci ayeti kerimesini
müjdeleyerek Resulullah'ın mahzun gönlüne serin sulan serpti...
.....
Kudeyd'e vardıklarında erzakları tükenmişti.
Hazreti Ebu Bekr:
-Ya Üreyket! Yiyeceğimiz, içeceğimiz kalmadı.
Bak şu ileride bir çadır var.
-Evet, hemen önümüzde sayılır.
-Kapısında da bir ihtiyar hatun
görünüyor.
-Ha o mu? O'na Ümmü Mabed derler.
-Sor bakalım! Et, hurma içecek ne
varmış...bedelini vermeyi ihmal etme...
-Peki, hemen geliyorum; diyen Üreyket devesi
ile ileri atıldı.
.....
-Ana, merhaba!
-O, Üreyket yine mi sen? Buraları su yolu
yaptın bakıyorum.
-Ee, ne yaparsın ekmek parası...
-İyi iyi; hiç değilse sayende biz de arada bir
insan yüzü görüyoruz..
-Ama bu defaki insanların benzerini görmedin
ve göremezsin...Yiyecek içecek ne var ana, hurma , et, süt? Ama parasını alman
şartıyla kabul edebilirim.
Ümmü Mabed sitem etti:
-Deliye bak! Hem kıymetli kimseler; hem para;
Onlar benim misafirim sayılır; ama....dedi ve derin bir iç geçirdi:
-Ohh...Şu sıra buralar yer demir, gök bakır.
Ne Süt, ne et- ne hurma var.
-Sahi mi diyorsun ana...
-Ne yazık ki sahi.. Eli hep vermeye alışmış
bir insana "Yok" demek ne kadar ağır geliyor bilir misin?
Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem ile yol
arkadaşları da yanlarına gelmişlerdi...
Ebu Bekr:
-Merhaba Hatun. N'oldu Üreyket ne
aldın?
Ümmü Mabed:
-Hoşgeldiniz bey. Maalesef hiç bir şek ikram
edemedim. Şu aralar buralar kavruluyor. Bir şeycik yok.
-Hurma da mı yok?
-Üreyket:
-Bu çevrede kıtlık hüküm sürüyormuş. Ümmü
Mabed, çok cömert bir hanımdır, ikramlık bir şey olsaydı bizi yedirip içirmeden,
imkânsız, göndermezdi...
Efendimizin gözüne çadırın yanında bağlı olan
sıska bir koyun çalındı...Sordular:
-Ey Ümmü Mabed. O koyun niçin şurada
bağlı?
-Çok hasta ve zayıf, sürüyle
gidemedi...
-Sağmama müsaade eder misin?
-Feda olsun ama; hiç sütü yok ki!
-Olsun. Bir kab rica ediyorum...
Sevgili Peygamberimiz, hayvanın yanına gelerek
bereket vermesi için Allahü Teâlâya dua ettiler. Koyunun memeleri bir anda sütle
doldu. Besmele çekerek sağmaya başladılar; dolan kabı önce Ümmü Mabede, sonra
Ebu Bekr ve öbürlerine ikram ettiler; en son kendileri içti... Herkes kana kana
içmişti...
Sonra:
-Ey Ümmü Mabed! Çadırdaki en büyük kabı
getirir misin?
Buyurdular.
Şaşkınlıklar içinde kalan kadıncağız, denileni
yaparak; Resulullah'a koca bir güğüm uzattı. Peygamberimiz bunu da doldurarak
sahibine teslim ettiler...
Efendimiz ve arkadaşları, içtikleri sütün
bedelini Ümmü Mabedin ısrarlarına rağmen ödeyerek yola devam ettiler.
Ebu Bekr:
-Allahaısmarladık Ümmü Mabed. Allah,
cömertleri mahrum bırakmaz.
-Güle güle. Bu işde bir hikmet var. Güle
güle...
Yolcular uzaklaşırken güngörmüş kadıncağız
hâlâ hayretteydi "Beşer kudretini aşan bir taraf var bu işde". Evet, Ümmü Mabed,
haklı. Hakikaten inasn kudretinin üstünde bir hadisenin şahidi olmuş; bir
mucizeyi görmüştü.
Aradan çok geçmeden Ebu Mabed geldi ve sıhhat
bulmuş koyunla süt dolu göğümü görünce hanımına sordu:
-Bir fevkaladelik görüyorum. Bu hasta koyun
nasıl iyileşti? Bu sün ne?
Ümmü Mabed, olup biten ne varsa her şeyi bütün
tafsilatı ile anlattı...
Ebu Mabed, çok heyecanlandı:
-Nasıl biriydi, şekli şemali
nasıldı?
Ümmü Mabed:
-Aydınlık yüzlü ve kibar bir insandı. Halinde
bir başkalık var. Menkıbelerini dinlediğimiz geçmiş Peygamberlere benzer bir
hâli var sanki...kimbilir belki de bana öyle geldi...
Anlaşıldı... O, Kureyş'den çıkan Peygamber.
Burada olsam O'na tabi olurdum. Keşke daha evvel gelseydim. Dedi ve devam
etti:
-...devem nerede?.. Onları muhakkak bulacak ve
getirdiği dine gireceğim....sen bir mucizeyi yaşamışsın ama farkında
değilsin..
...Allahın hikmeti bazıları O'nu katletmek
hırsıyla izine düşerken bazıları da Müslüman olmak için ardınca koşturuyordu.
Nitekim, Ebu Mabed, Rim denilen mevkide Efendimize yetişti; hurmetlerini arz
ederek kendini tanıttı; ve eshan-ı kiram'dan olmakla şereflendi...
Döndüğünde Ümmü Mabed de kocasından İslamiyeti
öğrenerek hidayete erdi.
.....
Resulullaha süt veren o eski sıska koyun
mu?
Ta Hazreti Ömer'in Hilafeti zamanında vuku
bulan kuraklık gönlerine kadar yaşadı. Sütü hiç bir zaman kesilmedi.... Hep süt
verdi durdu...
.....
-Hey Süraka! Haberin olsun bu salı toplantımız
var. Herkes iştirak edecek. Sen bilhassa gelmesilin..
-Neymiş o herkesin katılacağı mühim
toplantı?
-Hani şu Kureyş kabilesinden çıkan biri var
ya. Peygamber olduğunu söylüyormuş...
-İşittim...
-Bütün taraftarı Medine'ye geçtikten sonra
kendisi de ortadan kaybolmuş.
-N'olacaktı ya? "İşte ben geldim. Düşündüğünüz
ceza neyse verin" mi diyecekti? Bunu mu bekliyorlarmış?
-Bırak şimdi eğlenmeyi. Kureyş bulana veya
bulanlara yüz deve ve bir sürü mal ve nakdî mükafat vaad ediyor.
-Tabii vaad eder. "Medine yarın İslam Devleti
olursa" diye yürekleri küt küt atıyor.
-Bütün Müdlicoğulları gelecekler. İhmal
etmemelisin.
-Etmem etmem. Hadi bana müsaade...
.....
Süraka bin Malik, Müdlicoğulları
aşiretindendi. Yaman at sürerdi. Kudey'de ikamet ediyordu. Toplantı bu kasabada
yapılacağına göre niçin iştirak etmesindi...
Ancak, İlahi cilve O'nu yolda karşılaştığı bir
Müdlicoğlunun ısrarla "gel" diye tenbih ettiği Salı meclisine gitmekten
alıkoydu...
Süraka, oradan ayrıldıktan sonra bir kaç
dostuna rastladı. Oturmuş şuradan buradan konuşuyorlardı ki...bir Kureyşli
çıkageldi:
-Hey Süraka! Ben az evvel sahil yolunda deve
ile giden bir kaç insan karaltısı gördüm. Mamafih aramız bayağı uzaktı ama öyle
tahmin ediyorum ki onlar Muhammed ve adamları...
-Hayır dedi, Süraka, ben şimdi o taraftan
geliyorum. Dediğin yolcuları gördüm. Alâkasız insanlar.
-Emin misin?
-Canım gördüm, diyorum. Ötesi var
mı?
Süraka, ne o tarafa gitmiş, ne de onları
görmüştü. Bu Kureyşlinin haberi, birden zihninde bir fikrin çakmasına sebep
olmuştu: "O yüzden bu lafları uydurmuştu. Nitekim orada biraz oyalandıktan sonra
bir bahane ile kalkıp evinin yolunu tuttu.
Hemen hizmetçisine atını hazırlattı ve O'nunla
vadinin arkasına gitmesini söyledi. Kendisi de mızrağını yanına alarak başka bir
yola çıktı. Mızrağın temreni parlayıp dikkat çekmesin diye yere doğru tutuyordu.
Biraz sonra hizmetkârının olduğu yere geldi; ve sür'atle atına binerek derhal
gözden kayboldu...Atı o kadar hızlı sürüyordu ki, adamcağızın ağzı açıkta kaldı;
efendisine n'olmuştu böyle...
.....
Hadi kızım, hadi daha hızlı. Hadi...yüz deve
biliyor musun, yüz deve. Müthiş servet. Yüz deve paralar...mallar!
Süraka, çatlatırcasına koşturuyordu. Sanki
rüzgârla yarışa çıkmıştı...
-Hadi, kimseler ayıkmadan biz onları
yakalayalım, hadi, hadi, hadi....
.....
-İşte izleri. Şimdi geçmişler belli. Hadi
kızım ter içinde kaldın ama, sen cins arap atısın. Bu mesafeler sana vız gelir.
Yaklaşmış olmalıyız. Hadi....Ha...İşte oradalar!
.....
Efendimiz ve arkadaşları, her adımda biraz
daha yaklaşın kılıçlı, mızraklı suvariyi çoktan farketmişlerdi. Ancak
Peygamberimizde hiç bir telaş eseri yoktu. O, sallallahü aleyhi ve sellem,
Kur'an-ı kerim okuyordu..bir ara şöyle bir dönüp gözucuyla baktılar.
...Ki Süraka, atının başı üzerinden aşarak
kumlara yuvarlandı...Ama hırsla atın üzerine fırladı ve yine mahmuzlamaya
başladı. O kadar yaklaştı ki, Şanlı Peygamberin tilavetini
işitiyordu.
Ebu Bekr, radıyallahü anh, gözyaşlarını
tutamaz oldu. Efendimiz süal buyurdular:
-Ey kardeşim niçin ağlıyorsun?
-Ey Allah'ın Resulü! Kendim için asla
tasalanmıyorum; endişem sizden yana...
Bütün zaman ve mekânların en üstün kul ve
peygamberi sükunetle cevap verdiler.
-Düşmandan dolayı gam çekme; dost
bizimledir...
Süraka, saldıracak mesafeye girmişti. Bir nara
attı ve:
-Ya Muhammed! Şimdi seni kim koruyacak? diye
bağırdı...
Peygamberimiz:
-Cebbar ve Kahhar olan Allah!
Dediler ve ellerini semaya açarak dua
buyurdular?
-Ya Rabbi! Bizi düşmanın şerrinden ne ile
dilersen O'nunla muhafaza buyur.
...der demez Sürakanın atı diz kapaklarına
kadar kuma gömüldü.
İşte bu beklenmedik bir şeydi.
Süraka ne kadar uğraştıysa nafile. Atı kumdan
çıkaramıyordu. Hayvan, müthiş şekilde huysuzlanmış; kişneyip duruyordu. Suvari,
tarifi mümkün olmayan bir korkuya kapılmıştı. Kendisi de at da terden su içinde
kalmışlardı.
Biraz evvel kocaman laflar eden adam şimdi can
derdine düşmüştü:
"Ya Peygamber, beddua eder de kendisi atıyla
beraber diri diri yere gömülürse"...korkunç bir şey bu. Düşünülmesi bile
hayalleri cayır cayır yakan dehşetli bir manzara...
-Pişman oldum... Size hiç bir kötülüğüm
dokunmayacak. Çekip gideceğim. Sizi gördüğümü kimseye söylemeyeceğim!
N'olursunuz kurtarın beni; ocağınıza düştüm kurtarın...
Bütün insanlığı kurtarmaya gelen merhamet
ummanı büyük Peygamber, ufukları yırtan bu yalvarışa dayanamadı:
-Yarabbi. Eğer doğru söylüyorsa halâs
eyle...
At, bir iki silkinip zorlandıktan sonra
kurtuldu. Hayvanın ayaklarının çıktığı yerden göğe doğru ateş dumanı yüksele
yüksele mavi derinlikte eriyip gitti.
Süraka, aziz yolcuların yanına
geldi:
-Yanımdaki bütün yiyecekleri size vermek
istiyorum. Ayrıca şu oku alın. İlerde benim çobanlarımı göreceksiniz. Onlara
bunu göstererek istediğiniz deveyi alabilirsiniz, dedi.
İki cihan sultanı:
-Hepsi senin olsun! İhtiyacımız yok! Müslüman
olmadıkça hiç bir şeyini kabul etmeyiz. Bizi gördüğünü gizle yeter.
-Bundan sonra size zarar verecek hiç bir
hareketim olmayacaktır. Ayrıca bu tarafa gelmiş isteyenleri de başka yönlere
sevk edeceğim. Buna söz veriyorum. Ama bir isteğim var. Bana lütfen bir aman
vesikası veriniz ki dilediğim zaman yanınıza gelerek müslüman
olabileyim...
Peygamberimizin emriyle Âmir bin Führe bir
deri üzerine "Emanname" yazarak Süraka'ya verdi.
.....
Mekke'nin fethinden sonra Resulullah, Huneyn
gazasından dönerken Süraka, Efendimize bu "Emenname" ile gelerek iman
edecektir.
Peygamberimiz, Süraka, radıyallahü anh'ı kabul
ettiğinde:
-Ya Süraka nasılsın? Şu ân Kisra'nın
bileziklerini takındığını görür gibiyim, demişlerdir.
O gün Resulullahın bu sözleri anlaşılmamış;
Hazreti Ömer zamanında koca İran devleti fethedilip Kisra'nın eşyası ganimet
malı olarak Medineye getirildiğinde Süraka, Kisra'nın bileziğini takınırken
mucizenin sırrı çözülmüştür.
.....
Süraka, geldiği yoldan geri dönerken bir gurup
Kureyşli atlıyla karşılaştı:
-Hey Süraka nereden böyle?
-Şu sizin peygamberle arkadaşlarını arıyorum,
malum ya yüz deve mükafat var.
-Bizim Peygamber mi; bizim düşmanımız O. Ee,
N'oldu göremedin mi?
-Görmek bir yana, izlerini bile bulamadım.
Hadi gerö dönün. Bu tarafta boşa vakıt harcamayın...
.....
Süraka sözünde durmuş ve büyük dâvânın büyük
yolcularının rahat nefes almalırına vesile olmuştu.
....
Ebu Cehil, daha sonra Süraka olayını işitince
O'nu hicveden bir kıt'a şiir söylemiş; Süraka da bu azgın din düşmanına yine
şiirler karşılık vermişti. Keza Hazreti Ebu Bekr, radıyallahü anh, dahi bu
tarihi ve unutulmaz vak'ayı bir kaside ile nazmeylemiştir.
....
Sevgili Peygamberimiz ve yol arkadaşları bir
zaman gittikten sonra bir çobanla karşılaştılar. Karınları acıkmıştı. Çobandan
süt satın almak istediler;
Çoban:
-Sağılacak koyunum yok. Bir keçi var; onun da
sütü kalmadı, dedi.
Efendimiz, çobandan keçiyi getirmesini rica
ettilir. "Acaba ne yapacaklar" odercesine, çoban şaşkınlıkla hayvanı yanlarına
getirdi. Peygamberimiz dua okuyarak keçiyi sağmaya başladı; bir kab doldu. Bunu
Ebu Bekr, Âmir ve Abdullah'a içirdiler. Sonra yine sağdılar; bu defa da kendiler
içtiler. Çobanın aklı başından gitmişti...
-Kimsin, daha evvel gördüğüm insanlara
benzemiyorsun. N'olursun kendini bana tanıt...diye yalvarınca; Peygamberimiz
tebessüm ettiler.
-Bir şartla. Kimseye
söylemeyeceksin!...
-Söylemeyeceğim...
-Ben, Allahın Resulu Muhammedim...
-Haa! Kureyşin, "dininden döndü" dediği
adam.
-Sen onlara aldırma. Nefslerine hoş geldiği
için öyle söylüyorlar...
-Ne derse desinler. Şu yaptığını ancak bir
Peygamberden sadır olabilir. Bu sebeple Hak Peygamber olduğuna bütün kalbimle
şahadet ediyorum...Eğer müsaade ederseniz ben de sizinle gelmek
isterim...
Efendimiz:
-Şimdi olmaz. Sonra gelirsin,
buyurdular.
.....
Amîm mevkiine vardıklarında Büreyde bin Husayb
ve yetmiş akrabası, önce muhalifken; sonra Sevgili Peygamberimizin tatlı diline
hayran kalarak Müslüman oldular. Bu yeni Müslümanlar atlıydı... Ve Resulullahın
müsaadesi ile hepsi şanlı muhacirlerle iltihak ederek onlarla beraber Medine
yoluna devam ettiler.Yatsı namazı bunlarla birlikte geniş bir cemaatle kılındı.
Büreyde, o gece Peygamberimizden Meryem Suresinin baş tarafından bir mikdar
öğrendi.
.....
Sabah olduğunda Büreyde, radıyallahü
anh,:
-Ya Resulallah Medine'ye bayraksız girmeniz
uygun olmaz.
Diyerek bembeyaz sarığını çıkarıp mızrağına
taktı ve tâ Medine'ye girene kadar kafilenin önünde öylece yürüdü...
...Ve işte ilk İslam Bayraktarı Hazreti
Büreyde hakkındaki Peygamber müjdesi:
-Ey Büreyde. Benden sonra bir şehre gideceksin
ki orayı kardeşim Zülkarneyn bina etmiştir. O şehre Merv derler. Sen Kıyamette o
bölgenin nuru ve oralıların öncüsü olacaksın...
.....
Resulullahın Medine'ye hicret için yola
çıktığı işitilmişti. Bu sebeple Ensar, birkaç gündür Medine dışına kadar geliyor
ve sıcak iyice bastırana kadar Peygamberin yolunu gözleyip geri
dönüyorlardı...
Rabiül evvel ayının sekizinci Pazartesine 622
Miladi senenin 20 Eylül günü kuşluk vakti insanlığın kurtarıcısı Büyük ve Şanlı
Peygamber, yol arkadaşlarıyla beraber Medineye bir saat mesafedeki Kuba köyüne
girdiler. Hicretin bu birinci Pazartesi Müslümanlar için Hicri Şemsi yılbaşı
oldu.
Aynı senenin onaltı Mayısına denk gelen
Muharrem ayının birinci gününün Hicri kameri yılbaşı olarak kararlaştırılması
ise Hazreti Ömer zamanında olacaktır...
Hicret'de insanlığın baştacı ellidört yaşında
bulunuyordu.
Bu seneye "senetül izin" izin yılı
denilir.
Külsüm Bin Hidun, radıyallahü anhın evinde
konakladılar...
Sevgili Peygamberimiz Kuba'da kaldıkları zaman
zarfında Kuba Mescidini yaptırdılar. Temele ilk taşı koyan bizzat kendileri. Bu
sebeple Mescid-i Kuba, Kur'an-ı Kerim'de Tevbe Suresi'nin 108. ayeti
kerimesinde; "...temeli takvâ üzre atılan mescid" diye övülmektedir.
O Kuba ne kadar bahtiyardır ki ilk mescid
kendi toprağında yükselmiştir.
Mekke'de üç gün kalan Hazreti Ali, Emanetleri
sahiplerine teslim ettikten sonra gündüz saklanıp gece yol alarak Kuba'ya
geldiğinde ayakları şerha şerha yarılmış kanıyordu. Öyle ki Kuba'ya kadar
gelmiş, ancak artık Resulullahın huzuruna çıkacak mecali kalmamıştı. Bunu işiten
Efendimiz, kendileri Ali, kerremallahü vecheh, efendimize gelerek O'nu
göğüslerine bastırdılar ve ayaklarını elleri el sığayarak dua
ettiler.
-İnsanların öyleleri vardır ki Allahü
teâlâ'nın rızası için nefsini feda eder.
Bekara Suresi 207 Ayeti kerimesinin Hazreti
Ali'nin hayatını hiç tereddüt etmeden Peygamberi uğruna kahramanca ortaya
koyması üzerine geldiği söylenmiştir.
....
Sevgili Pegamberimiz ve yüz kadar refakatçi
bir Cima sabahı Kuba'dan ayrıldılar.
Kuba vadisinde Rânûna denilen yere
geldiklerinde vakit öğlendi. Bu esnada Cuma namazı kılmak farz oldu. İlk Cuma
namazı bu mevkide kılındı ve ilk hutbe de Resulullah tarafından burada irad
buyuruldu:
-Ey insanlar. Hayatta iken ahiretiniz için
tedarik görünüz. Cenabı hak, kıyamet günü soracak ki: Sana benim Resulüm gelip
de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin
için ne hazırladın? O kimse sağına soluna bakacak bir şey görmiyecek. Önüne
bakacak cehennemden başka bir şey görmiyecek. Öyle ise her kim, kendisini
velevki yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin;
onu da bulamazsa bari güzel sözle kendini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on
mislinden yediyüz misline kadar sevap verilir.
.....
Evet; özet olarak ilk hutbe...
.....
İlk hutbeyi okuduktan sonra ikinci hutbeyi
buyurdular:
....Allah'a hamd ederim ve ondan yardım
isterim. Nefslerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığındık.
Allahın hidayet ettiğine kimse kötülük yapamaz, Allahım istemediğine de kimse
hidayet edemez. Kelamın en güzeli kitabullah'dır. Kur'an-ı Kerim, kelamların en
güzeli ve en beliğidir.Allahın sevdiğini seviniz. Allahı canü gönülden zeviniz.
Allahın kelamından ve zikrinden usanmayınız. Kelamullah, her şeyin âlâsını
ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan Peygamberleri ve
kıssaların iyisini zikreder. Ve haram ve helali beyan eyler. Allaha ibadet
ediniz ve O'na bir şeyi ortak koşmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız.
Aranızda kelamullah ile sevişiniz. Muhakkak
bilmelisiniz ki, Allahü teâlâ ahdini bozanlara gazap eder...
.....
Hutbenin son cümlesi, anlayanlara gerekli
işareti veriyor ve "dikkatli olunuz" diyor. Çünkü Ensar, Akabe'de Sevgili
Peygamberimiz, Medineye geldiği takdirde O'nu korumak hususunda teminat vermiş
ve yemin etmişlerdi. Şayet onlar da bir hata işlerlerse bu kendilerinin de,
insanlığın da aleyhine olurdu. Mesele bu çapta hassastı.
.....
Medine eşrafı, Kubaya kadar gelerek
Resulullahı karşılayıp "Hoş geldiniz" demişlerdi; şimdi birlikte medine'ye
dönüyorlardı. Bunlardan biri de meşhur şair Hasan İbni Sabit, radıyallahü
anh'dır. Efendimizin hicretine dair bir kaside yazmış; şükür ve sevinci dila
getiren bu şiiri Allah'ın Peygamberine takdim etmişti:
Sizden iyisini görmedi gözler asla
Sizden güzelini doğurmadı analar
Her ayıp ve kusurdan uzak
yaratıldınız
Sanki...Nasıl dilediyseniz öyle
yaratıldınız.
.....
Medinei Münevverede; aydınlıklar ve ayadınlar
beldesinde ahali kadın, erkek, çoluk, çocuk yollara pencereler dökülerek,
ağaçlara, damlara çıkarak Resulullahın teşrifini gözlemeye devam
ediyorlar.
...bütün şehir tek vücut ve tek kalb olmuştu.
Her evde ve herkesde aynı me'ud heyecan hakimdi. Kadirşinas Medineli O'nu,
Allah'ın sevgilisini bekliyordu; O'nu bağrına basacak, O'nu başına tac, gönlüne
sultan yapacaktı.
.....
-Geliyorlar... İşte... Resulullah
geliyor!
Haberi ile Medine ayağa kalktı.
Herkes koştu en temiz urbalarını giydi,
çocuklara en yeni kıyafetleri yakıştırıldı, erkekler atlanıp silahlandı...Medine
tam bir bayram havasına girdi... Ensar, Medineliler sevinçten
ağlıyorlar.
Peygamber devesi Kusva, üzerinde Resuller
Resulü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem olduğu halde ahenkli adımlarla
ilerlerken kadın ve çocuklar, bir kaside söylüyorlardı ki belki de o ânı en
güzel bu şiir terennüm ve tarif eder. Bir de Enes bin Malik radıyallahü anh'ın
şu sözü:
-Resulullah'ın Medine-i Münevvereye girdiği
gündendaha güzel ve neş'eli birgün görmedim.
...Evet, Sevgili Peygamberimizi karşılayan
bahtiyar insanları dinliyoruz:
TALEAL BEDRÜ
Taleal bedru aleyna
Minseniyyeti-l veda'
Vecebbeşşükrü aleyna
Mâdeâ lillahi de'a
Eyyühel meb'usu fîna
Ci'te bilemril muta'
Ci'te şerraftel medîne
Merhaben yâ hayreda'
Ente şemsun, ente bedrun
Ente nûrun âlâ nûr
Ente misbe hassüreyya
Ya habîbi, ya Rasul
Kadle bisnâ sevbe izzin
Ba'de esvâbı-rrika'
Vereda'nâ sedye mecdin
Ba'de ayyâm-iddeya'
Kalet ehmâru-ddeyâcî
Kulli erbâbil İslâm
Küllü men yetbe' Muhammed
Yenbağî en lâ yüdâm
Veteâhednâ cemîen
Yevme eksemne-l yemîn
Lennehûne-l ahde yevmen
Ve-ttehazne-ssadkadîn
Lestü vallahi neziyyen
Mâ yukasihi-l ibâd
Meşheden yâ necme emnîn
Zû vebâin ve vidâd
***********************************************************
AY DOĞDU ÜSTÜMÜZE
Nerde kaldın sevgili, gözlerimiz
yoruldu
Ufuklar haber verin kanadımız
kırıldı...
Kuşlar, yalvarıyoruz, bize müjde
getirin
Nerde kaldı sevgili, yüreğimiz
kavruldu...
Çıkın damlara çıkın, gözleyin dörtbir
yanı
Ey gençler, ey çocuklar bekliyoruz o
ânı...
Şu karşı tepelerden ay doğdu
üstümüze
Bu ni'met büyük devlet, şükr vâcib oldu
bize...
Şükürler olsun Rabbim, nihayetsiz
şükürler
Şu karşı tepelerden ay doğdu
üstümüze...
Emir ve yasakları insanlara
bildirdin
Medine'ye hoş geldin, hoşgeldin safa
geldin.
Olmaz olsun şu putlar, cahillikten
kurtulduk
Senin yolun ne güzel eskiye pişman
olduk.
Bedr doğdu üstümüze;? nurlu, parlak,
aydınlık
Yırtıldı karanlıklar, hakikati
anladık.
Medine Selâma dur, yemin et dönme
asla
Tek rehber O'dur ancak sarıl ebedi
dosta.
İşte huzurlu günler, şahidsiniz
yıldızlar
Tek Rehber Resûlullah sarıl ebedi
dosta.
Rahîm Er
Kâinatın Efendisi devesinin üstünde ilerlerken
herkes, Kusva'nın yularını tutarak:
-Ya Resulallah, lütfen bize buyurun, diye
yalvarıyordu...
Efendimiz:
-Hayvanın yularını bırakınız. Nereye çökerse
oraya misafir olacağım. İnsan bineğinin yanında olmalı, diyorlar ve; bir tarftan
da kasideler okuyup tef çalarak kendisini karşılayanlara tebessümle mukabele
ediyorlar.
-Beni seviyor musunuz?
Bir ağızdan verilen cevap dört bir yanı
çınlatıyor.
-Evet!
-Ben de sizi seviyorum.
"Ben de sizi seviyorum" diyerek gönüller
alıyorlar. Yüreklere çiçekler serpiyorlar.
Onsekiz bin âlemin efendisini istikbal edenler
arasında gözleri görmeyin Hazreti Habibe de var.
Bu hanım, Ebu Süfyan'ın kölesi iken
İslâmiyetle şereflenmiş. Ne varki durumdan haberdar olan İslâm düşmanları, O'nu
hak yoldan caydırmak için dayanılmaz baskılar yaptılar. Fakat Habibe,
radıyallahü anha, bu baskılara kahramanca dayandı. Bir kadındaki bu akıl almaz
mukavemet, kâfirleri çileden çıkardı ve sonunda o alçaklığı da işlediler:
Mübarek kadının gözlerine kızgın mil çekerek kör ettiler.
Peygamberimizi karşılayanlar içinde işte bu
hanım da var. Soruyarlar:
-Gözlerin görmüyor; sen niçin
geldin?
Cevap:
-Görmesem de O'nun kokusunu alırım.
İşte sevginin en muazzam örneği...
Sevgili Peygamberimiz O'nun olduğu topluluğa
doğru gelirken sâdık mümineyi uzaktan farkettiler ve seslendiler:
-Sende mi buradasın Habibe?
Mucize işte o ân gerçekleşti:
Hazreti Habibe tekrar görür oldu...
.....
Kusva, önce Sehl ve Süheyl ismindeki iki
yetime ait olan boş bir arsaya, sonra da bugün türklerin "Eyüb Sultan" dediği
Hazreti Halid bin Zeyd Ebu Eyyub El Ensari'nin evine yakın bir yere çöktü. Bu
sırada Cebrail aleyhisselam, Peygamberimize gelerek "burada in. Çünkü herkes
kendisine misafir olacağın ümidi ile evini süslerken. Halid, "ben fakiri; benim
evime gelmez ki" diyerek mahzun olmuş ve tevazu göstermişti haberini verdi.
Peygamberimiz deveden inerek "Menzilimiz inşaallah burasıdır" buyurdular. Gönlü
kırık mümin, koşup devenin semerini aldı ve Efendimizi buyur etti; Zeyd İbni
Harise, radıyallahü anh, Hazreti Halid'e yardım ediyor. Ensarın büyüklerinden
Es'ad İbni Zerare, radıyallahü anh, da Kusvayı alıp götürdü. O'nun bindiği
hayvanın yemine, tımarına bakmak değil; o mubarek hayvanın bastığı toprağı öpmek
bile ne büyük nasip.
.....
Resulullahın misafir kalacağı evi devenin
bulmuş olması sebebi ile Ensar'dan kimsenin kalbi incinmedi. Zaten, Ebu Eyyub El
Ensari Halid Bin Zeyd, Neccaroğullarından idi; yani hayrül beşerin
dayılarından... Efendimiz evin alt katında kalmak istediler. Ancak Hazreti Halid
ile hanımı:
-Ya Resulallah biz, üst katta senin başının
üzerinde nasıl geziniriz; bu imkânsız bir şey, diyerek yukarı çıkması için çok
yalvarıp dil döktüler.
Peygamberimiz:
-Ensar beni ziyarete gelecektir. Giriş kat
daha rahat olur.
Dedilerse de ev sahiplerini memnun etmek için
üst kata geçtiler...
O gün Medineliler bölük bölük gelip Allah'ın
Resulünü ziyaret ettiler; sohbeti ile bereketlendiler. Nurlu nazarları ile
ak-pak oldular; yüksek derecelere kavuştular.
...Biri daha ziyaret etti: Abdullah İbni Selâm
isminde bir yahudi alimi. Bi şahıs, dikkatle efendimizin yüzüne baktı ve şu
sözlerle imana geldi:
-Bu güzel yüzün sahibi elbette muhbiri
sadık/doğru habercidir. Şahid olun ki Abdullah İbni Selâm da Müslüman
oldu...
.....
Onlar,
Kelime-i Şahadet için,
Kelime-i Tevhid için
Namaz için,
Oruç için,
Haç için,
İslâmiyet için,
Bizler için,
Allah için,
Hicret ettiler
Onlar, zahmetine katlanmamış olsaydı, Hicreti
yaşamamış bir dünya hâlâ ilkel şartlarda bocalayıp dururdu.
.....
Onlar, Mekke'den Medine'ye hicret ederek bize
îmânımızı armağan ettiler...
Onlar, küfürden ve kâfirlerden hicret
ettiler.
Ne mutlu nefs Mekkesinden, kalb Medinesine
sürekli hicret edenlere.
Günahın çekiciliğinden hicret ederek sıddıklar
ve şehidler derecesine kavuşanlara ne mutlu...
AnaSayfa ................... Cilt-7
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder